Iktisadi büyüme, özellikle Sanayi Devrimini izleyen süreçte, iktisat tartışmalarının merkezinde yer almaya başladı. Bu süreçte klasik iktisatçılar, büyümeyi emek ve uzmanlaşma odaklı ele alırken, 1780’li...

ALPER KARAKURT
MAKİNE İHRACATÇILARI BİRLİĞİ DANIŞMANI

SANAYİ DEVRİMİNDEN İTİBAREN İKTİSAT TARTIŞMALARINDA YER ALMAYA BAŞLAYAN TEKNOLOJİ VE BÜYÜME İLİŞKİSİ HALEN İŞ DÜNYASINA EN ÇOK KONUŞULAN BAŞLIKLARDAN BİRİ OLMAYA DEVAM EDİYOR. “TÜRKİYE’NİN YENİ BİR BÜYÜME HİKÂYESİNE İHTİYACI VAR” DEDİĞİMİZDE DE ASLINDA BASİT BİR ŞEKİLDE, TÜRKİYE’NİN YENİ BÜYÜME HİKÂYESİNİN TEMELİNDE YER ALMASI GEREKEN UNSURLARIN VERİMLİLİK, TEKNOLOJİ VE AR-GE OLMASI GEREKTİĞİNİ SÖYLÜYORUZ.

Iktisadi büyüme, özellikle Sanayi Devrimini izleyen süreçte, iktisat tartışmalarının merkezinde yer almaya başladı. Bu süreçte klasik iktisatçılar, büyümeyi emek ve uzmanlaşma odaklı ele alırken, 1780’li yıllardan itibaren “içsel teknolojik gelişme” ve “Ar-Ge” ile ilişkili teoriler ortaya çıkmaya başladı. 1776’da iş bölümüne dikkat çeken Adam Smith, makine kullanımının verimliliği artırdığı görüşündeydi; 1817’de ise David Ricardo makineye teknik bilgi boyutuyla bakıyordu. 1848 devrimlerinin başarısız olması sonucunda Londra’ya taşınan Karl Marx da 1850’li yıllarda British Museum’da önemli gözlem ve araştırmalar gerçekleştirmiş, burada okuduğu kitapların etkisiyle Kapital’in ilk baskısında “teknoloji” kavramını üretkenliği çoğaltıcı bir unsur olarak ele almıştı. Ancak sonraki baskılarda, bunun yerine, Almanca karşılığı olan “technik” kavramını kullandı. Yine, 1920’de bir Avusturya bankasında müdürlük de yapan Joseph Alois Schumpeter, inovasyonu toplumsal, kurumsal ve ekonomik yapıların sürekli dönüşümünü sağlayan dinamik bir kuvvet olarak resmediyordu.

Aslında sosyoloji ve antropoloji mezunu olan Nobel İktisat Ödülü sahibi Robert Solow ise iktisada, eşinin önerisi ile yönelmişti. “Ekonomideki bir teknolojik değişim, üretimde neredeyse bir patlamaya neden olacak biçimde büyümeye sebebiyet verecektir” diyen Solow’a göre az gelişmiş ülkeler, zengin ülkeleri daha hızlı büyüyerek yakalayacaktır. Ancak uzun vadede büyümek için teknolojiye ihtiyaç vardır. Ne var ki Solow teorisinde, bu teknolojinin nereden geleceği belli değildir. 1990’larda ABD’li iktisatçı Paul Romer de teknolojiyi “içsel” yani ekonominin içinde üretilen bir şey olarak ele alan yeni bir büyüme teorisi dalgasına öncülük etmiştir.

TEKNOLOJİNİN KAYNAĞI OLARAK AR-GE

Bugün içsel olduğunu bildiğimiz teknolojinin en önemli kaynağı Ar-Ge olarak karşımıza çıkıyor. Kabaca, bilgi stokunun yükselmesi ve bunun yeni uygulamalar tasarlamak üzere kullanılmasına ilişkin sistematik ve yaratıcı çalışmalar bütünü olarak tanımlanan Ar-Ge’nin etkilerine ilişkin son dönemde yapılan çalışmalarda aşağıdaki sonuçlara ulaşılıyor:

• Ar-Ge harcamalarının verimlilik üzerine etkilerini inceleyen çalışmalarda, özel Ar-Ge harcamalarının sosyal getiri oranının, fiziki yatırımlarınkinden fazla olması,

• Özel kesim Ar-Ge faaliyetlerinin sosyal getiri oranının, kamu kesimine oranla yüksek olması,

• Kamu Ar-Ge stokunun verimlilik elastikiyetinin, üniversiteler ve özel kesim Ar-Ge yoğunluğunun fazla olduğu ülkelerde daha yüksek gerçekleşmesi,

• Ekonomi geneli için hesaplanan Ar-Ge getirilerinin, yalnızca imalat sanayisindekine göre çok daha yüksek olması.

• Gelişmekte olan ülkelerde düşük Ar-Ge yatırımlarına karşılık kayda değer verimlilik artışlarının gerçekleşmesi; dış ticaret yoluyla ortaya çıkan uluslararası bilgi yayılmalarının etkisinin bu durumun gerekçesi olarak öne sürülmesi,

• İleri teknolojili üretimin yapıldığı sektörlerde yürütülen Ar-Ge faaliyetlerinin, kişi başına GSYİH’nin uzun dönemli büyüme oranında ek bir yükselişe yol açmamasına rağmen yüksek teknolojili sektörlerdeki özel Ar-ge harcamalarının büyüme üzerinde yayılmalar yoluyla ek bir pozitif etki doğurması,

• Ar-Ge harcamalarının verimlilik üzerindeki etkilerinin, geçmişe göre günümüze yaklaştıkça çoğalması,

• Yurt içi Ar-Ge yoğunluğundaki artışın, ülkeler arasındaki

Ar-Ge iş birliklerini hızlandırıyor olması. Uzun dönemli ve farklı ülkelerin verileriyle yapılan bu analiz sonuçları, Ar-Ge harcamalarının yalnızca milli gelire oranı üzerinden rakamsal bir ifadeden ibaret bakış açısıyla ele alınmasının yeterli olmayacağı; bileşenleri, kaynakları, finansmanı başta olmak üzere Ar-Ge’nin ekonomi üzerindeki çok yönlü etkilerini ortaya çıkaran tüm unsurlarla birlikte ele alınması gerektiği şeklinde yorumlanabilir.

TÜRKİYE’DE “BÜYÜME”

Her zaman söylediğim gibi, “Türkiye’nin yeni bir büyüme hikâyesine ihtiyacı var” denildiğinde, aslında bambaşka şeylerden bahsetmiyoruz; çok basit bir şekilde, Türkiye’nin yeni büyüme hikâyesinin temelinde yer alması gereken unsurların verimlilik, teknoloji ve Ar-Ge olması gerektiğini söylüyoruz.

Bu ay içerisinde açıklanan 2017 yılı Ar-Ge verilerine göre, Türkiye’deki Ar-Ge harcamalarının GSYİH’ye oranı yüzde 0,96 seviyesinde gerçekleşmiş. Grafik 1’den de görüleceği üzere, krizden sonraki yıl olan 2010 ile 2017 yılları karşılaştırıldığında, Ar-Ge harcamalarının deseninde bir farklılaşma olduğu görülebilir. 2017’de kamu ve özel kesimin Ar-Ge’nin finansmanındaki payları azalırken, yurt dışı kaynaklı finansman yüzde 5 paya sahip olmuş. Önemli bir diğer bakış açısı ise makine sektörünün (28-Başka yerde Sınıflandırılmamış Makine ve Ekipman) Ar-Ge performansıdır. Tablo 1’de, makine sektörünün 2010 ve 2017 yılları için Ar-Ge performans göstergelerini görebiliyoruz.

Görüleceği üzere, 2010 yılında makine sektörünün Türkiye toplam Ar-Ge harcamasından aldığı pay yüzde 4,35 iken, 2017’de bu oran yüzde 4,33 olarak gerçekleşmiş. Aynı dönemler Ar-Ge yapan insan gücü olarak (personel sayısı, tam zamana çevrildiğinde) incelendiğinde ise 2010 yılında yüzde 6,92 olan payın 2017’de yüzde 5,79’a gerilemesi dikkat çekiyor. Yani, aradan geçen sekiz yılda makine sektörünün Ar-Ge harcamalarından aldığı göreli pay değişmezken, Ar-Ge personeli sayısında göreli bir gerileme söz konusu. Diğer bir deyişle, sektör aynı orandaki Ar-Ge harcamasını görece düşük insan kaynağıyla gerçekleştirmiş de diyebiliriz. Makine sektöründe ortaya çıkan bu gerileme, özellikle yetişmiş personel ve insan kalitesi açısından düşünüldüğünde bir soru işareti doğuruyor. Grafik 2 ise makine sektörünün 2009-2017 yılları arasında ekonomi genelindeki Ar-Ge harcamalarından aldığı payları ortaya koyuyor. Kriz sonrası dönemde yüzde 5,1’e kadar yükselen pay, 2015’te ise yüzde 3,8’e kadar gerilemiş, sonrasında yeniden ivme kazanarak 2017’de yüzde 4,3 olmuş.

Tablo 2 ve Tablo 3’te ise Türkiye ile diğer seçilmiş ülkelerin makine sektörlerinin, ülkenin Ar-Ge harcamasından aldığı paylar gösteriliyor. Tablo 2’de gelişme yolundaki ülkeler, Tablo 3’te de gelişmiş ülkelere ait karşılaştırma izlenebilir. Her iki tabloda yer verilen oranlar OECD’nin iş girişimleri veri setinden alınarak hesaplanmış ve söz konusu veri setinde ülkelerin karşılaştırılabilir en son verileri 2015 yılına ait, bu yüzden de hem Türkiye’nin hem de seçilmiş ülkelerin 2015 yılı verileri üzerinden hesaplama yapıldığını söylemeliyiz. Tablo 2’den de görüleceği üzere Slovenya ve Romanya dışındaki ülkelerin makine sektörlerinin Ar-Ge harcamasından aldığı pay Türkiye’nin üzerindeyken, gelişmiş ülkelerle olan karşılaştırmada incelenen ülkelerin tamamındaki makine sektörlerinin Ar-Ge harcaması toplamından aldığı payın Türkiye’den daha yüksek olduğu görülüyor. Bu analizler ışığında; Türkiye’deki makine sektörünün Ar-Ge performansında istenilen seviyede olmadığını söyleyebiliriz.

Verimlilik, ekonomik büyümede özellikle önem arz eden bir başlıktır. Verimlilik, uzun vadede ekonomik büyümenin ve refah artışının temelini oluşturur. Bu nedenle tüm üretim faktörlerindeki verimlilik artışının, bir ekonomik gelişme göstergesi olarak dikkatle takip edilmesi gerekir. Verimlilik artışlarından elde edilecek küçük de olsa kazanımlar, uzun dönemde ülkenin kalkınmasında çok önemli bir etki doğurur. ABD ekonomisine ilişkin yapılan bir çalışmada, 100 yıllık ortalamada ABD’nin büyüme hızının yüzde 1,5 olduğu tespit edilmiş; uzun dönemde yaşanacak 1 puanlık düşük büyümenin ise ABD’nin mevcut ekonomik gücünden çok uzakta, Meksika ile Polonya arasında bir ekonomik büyüklüğe sahip olacağını ortaya koymuştu. Bu örnek, bize uzun dönemde verimlilik artışlarından elde edilecek küçük de olsa kazanımların neden önemli olduğunu net bir şekilde gösteriyor.