İlk ofis konseptinin Roma İmparatorluğunda geliştiğine şaşmamak gerekir herhalde. Büyük bir imparatorluğu yönetmek müthiş bir organizasyon, düzen ve arşivleme gerektiriyordu.

EVİMİZDEN DAHA FAZLA ZAMANI IŞIMIZDE GEÇIRIYORUZ. OFISLER YÜZYILLARDIR DEĞIŞEN IŞ YAPMA MODELLERINE TEKNOLOJIK VE SOSYOLOJIK IHTIYAÇLAR ÇERÇEVESINDE ADAPTE OLUP KABUK DEĞIŞTIRIRKEN, MIMARI OLARAK YENI DENKLEMLERE DE YER AÇIYOR.

İlk ofis konseptinin Roma İmparatorluğunda geliştiğine şaşmamak gerekir herhalde. Büyük bir imparatorluğu yönetmek müthiş bir organizasyon, düzen ve arşivleme gerektiriyordu. Bu bağlamda her önemli imparatorluk şehrinin merkezinde bir “forum” bulunur, bu geniş meydan mağaza ve kamusal ofislerle çevrilirdi. Bugün kullandığımız ofis kelimesinin, içinde “hizmet, sorumluluk, görgü kuralları “ kavramlarını da barındıran Latince “officium”- dan gelmesinin nedeni de budur.

Roma İmparatorluğunun çöküşünü takiben çalışma hayatı asırlar boyu eve kapandı. Ticaret ve avukatlık mesleklerinin gelişimi, Paris, Londra ve Amsterdam’da profesyonelleri farklı buluşma alanları arayışına iterken, 18’inci yüzyılın başında yine Londra’da, bugünkü ofislerin ataları diyebileceğimiz “The Ripley Building” ve “East India House “ binaları içlerinde binlerce çalışanı organize edebilecek şekilde etkin mimari ve özenli bir iç planlama çerçevesinde inşa edildi. İç mekanda açık çalışma, toplantı , makam odaları ve ağırlama salonları bulunan, entellektüellerin ayrıcalıklı olduğu bu ofislerde, normal bürokratlar şirket evraklarını belgeleme tekrarlarından ibaret uzun saatler geçiriyordu. Ortalamada sabah 10:00’dan gece 21:00’a kadar çalışılan bu binalarla birlikte, sistemik şehir yapısının oluştuğu, kentsel bakışta “düzenli, ritmik” ancak geniş çapta tekdüzeliğin geliştiği bir tür sosyal yaşam döneminin temelleri de atılmış oldu. 19’uncu yüzyıl ise ofisler açısından ciddi bir sıçrama dönemi oldu: Telegraf, telefon, elektrik, daktilo ve hesap makinelerinin keşfi gibi müthiş buluşların ışığında, özellikle ABD’de hızlı bir gelişim kaydedildi. Ofislerde ev ile iş hayatının artık net bir şekilde ayrıldığı bu çağda, ofislerin fabrika ve üretim alanlarının dışına taşınmasıyla işçi ve yönetici sınıflarının, “mavi yaka/ beyaz yaka” olarak ayrıldığı, sosyal statülerin iş çerçevesinde oluştuğu dönemece iyice girildi. Şehir planlamasında ise ticari ve konut bölgeleri ayrışmaya ve ofisler için daha yüksek katlı binalar inşa edilmeye başlandı.

HUZURLU ALANLARDAN TARLA OFISLERE

20’nci yüzyıl başına bakarsak, en yüksek endüstriyel verimle en az maliyet sistemini savunan Taylorizm felsefesiyle, çalışanların daima izlendiği insan tarlalarından bahsedebileceğimiz, yüzlerce personelin dirsek temasında çalıştığı konsantrasyon kampı misali ofislerin gelişimine şahit olundu. Asansör, suni aydınlatma, ısıtma ve soğutma imkânları insanların doğa ile temaslarını iyice keserek, ofisi bir çalışma makinesi haline getirdi.

Çelik yapı teknolojisinin inşaat dünyasına katkısıyla yeni tasarlanan gökdelenler ise bu insanlık dışı şartların bir dönem için yavaş yavaş düzelmesine vesile olacaktı. Bu değişimin en belirgin örneği, kült mimar Frank Lloyd Wright’ın inşaatı 1936 yılında başlayan “The Johnson Wax” binasında görülür: Yatay yapı olarak mimarisi de hayli iddialı binada, tek katta açık plan 200 çalışan olmasına rağmen, tanımlı bir mimari dekorla üretkenliği destekleyen aydınlık bir ortam içerisinde, huzurlu çalışma alanı yaratılmıştı. Wright, böylece, daha sonra gelişecek ofis alanlarının kurumsal kimliğini oluşturacak yeni bir tasarım dalının da önünü açmış oldu. Yurttaşlık ve kadınların temel hak hareketleriyle birlikte, değişen çalışma tarzında artık iletişim de gerekliydi. 1960’larda ofis alanları değişimi daha sosyal bir tasarım mantığıyla yeniden aktive olurken, Burolandschaft akımı, ekiplerin yarı açık alanlarda bir araya geldiği, kadınların iş hayatına katıldığı bir dönemde, mekânda bitkilerin de önemli rol oynadığı informal ve paylaşımlı bölümlemelerden oluşuyordu.

Bu fikirden yola çıkarak, açık plan kollektif ofis çizgisi içerisinde ara bölmeli strüktürler ve modüllerle 1980’lere kadar farklı formlarda evirilen ofis mimarisi, gelişimin terse dönmesiyle, yarı açık kübik istasyonların devasa alanlara yayıldığı “cubicle farm” sistemiyle bir kez daha “tarla ofislerde” robotik ve bunalımlı bir denkleme girdi.

GELECEĞIN OFISLERI NASIL OLACAK?

1990 sonunda ofis ortamlarının çalışanlar üzerinde yarattığı negatif etkiler artık çok net belgelenmişti. Çalışma şartlarının kalitesinin artmasıyla çalışan verimliğinin direkt bağlantısı anlaşılınca, değişim, “The Green Building Movement” (Yeşil Bina Konseyi) ile geldi. İnşaat malzemesinin ve binanın doğa dostu olması enerji tüketimini en aza indirirken, çalışanlar için iç mimari planlama, kaliteli hava, verimli aydınlatma, dış mekânla temas ve spor alanları yaratılması ana planlama şartları olarak öne çıkmaya başladı. İş yerinde sosyalleşmenin de teşvik edildiği, dekorasyon enerjisi yüksek mekânlar büyük şirketlerin çalışanlarına verdiği değerin bir göstergesi olarak görülmeye başlandı. 21’inci yüzyıl ofis mimarisini şimdiden öngöremesek de, teknolojik gelişmelerin iş akışını şekillendireceği kesin. Bir taraftan bilgisayar ve telefonların sağladığı mobilite işin ofis harici mekanlarda yapılabilmesini sağlarken, ayrıca geçici veya paylaşımlı ofis alanlarının yaşam kalitesinin sınırların açtığı, konfor ve göz zevkinin ön planda olduğu yeni iş ve sosyalleşme platformların yaratıldığı dinamik, interaktif bir yolda ilerliyoruz. Ofis yaşam konforunun artmasıyla birlikte mobilyalarının neredeyse şahsi ihtiyaçlara cevap verecek kadar detaylandığını ve sonsuz alternatifler üretildiğini de görmek mümkün.

Yapılan tüm araştırmalarda insana verilen değerin verimlilik olarak yansıması artık neredeyse bir bilim dalı haline gelen ofis tasarımı için değişken, dinamik bir geleceğe işaret ediyor.

KAYNAKÇA:

Early Office Museum
The Historical Archive
CWB Architects
K2space Knowledge
BBC News