TÜRKİYE EKONOMİSİ SON DÖNEMDE ÇOK GÜÇLÜ BİR BÜYÜME ORTAYA KOYUYOR. BU GELİŞME KENDİ İÇİNDE DOĞRU OLSA DA BÜYÜMENİN GÖRELİ KARŞILAŞTIRMASINI YAPMAMIZ DA GEREKİYOR.

Moment Expo'nun bu sayısında, Türkiye'deki teknoloji üretimine odaklanacak ve imalat sanayisinde ileri teknoloji üretiminin nasıl mümkün olabileceğini araştıracağım. Çoğunlukla Türkiye ekonomisine ilişkin ekonomik yorumlar, aylık ya da çeyreklik bazda TÜİK tarafından açıklanan verilerin değerlendirilmesi üzerine kurgulanıyor. Ancak kısa dönemli ya da bir aylık geçici verilere bakarak Türkiye ekonomisinde her şeyin yolunda gittiğini ya da tam tersini söylemek bizi yanlış yönlendirecektir. Çünkü kısa dönemli bu verilerin bir araya gelmesiyle büyük resme ulaşabiliriz. Uzun dönemde Türkiye açısından önemli olan, rakip ülkelerle kıyaslandığında nasıl bir performans sergilediğidir. Son dönemde sıklıkla dile getirilen “Türkiye ekonomisi son dönemde çok güçlü bir büyüme ortaya koydu” söylemi, kendi içinde doğru bir önermedir. Ancak bu büyümenin göreli karşılaştırması daha da önemli görünüyor. Büyümenin yeterli olup olmadığının en net göstergesi, Türkiye’nin diğer orta-yüksek gelir grubunda yer alan ülkelerle kıyaslanmasıyla elde edilebilir. Dünya Bankası sınıflamasına göre Türkiye’nin rakibi konumundaki ülkeler orta-yüksek gelir grubunda yer alıyorlar. Her ne kadar Türkiye, milli gelir olarak orta-yüksek milli gelir grubundaki ülkeler arasında yer alsa da teknoloji olarak ele alındığında çok ciddi bir sıralama kaybı söz konusu oluyor. Örneğin, 2019 yılı Dünya Bankası rakamlarına göre, Türkiye’nin imalat sanayisi ihracatı içerisinde ileri teknolojinin payı yüzde 3 civarındadır. Dünya genelinde ise bu oran yüzde 21’dir. Diğer yandan, ekonomik büyüklük olarak dünyanın en büyük 20 ekonomisi ele alındığında, Türkiye bu oranda en kötü ülke konumunda bulunuyor. Türkiye’nin, dünyanın ileri teknoloji ihracatından aldığı pay ise binde 1 civarında. Bu rakam hiçbir şekilde, dolar bazında satın alma gücü paritesine göre dünyanın en büyük 13’üncü ekonomisi konumundaki Türkiye’nin pozisyonuna uygun değil. Ancak bu noktada yapılan bir temel hatanın altını da çizmem gerekiyor: Türkiye’de ileri teknoloji sorunu yalnızca ihracatın bir sorunu olarak ele alınsa da aslında sorun ihracatın değil imalatın sorunudur. Yani, Türkiye’de ileri teknolojili imalat yetersizdir. İleri teknolojili imalatın yetersiz olmasının nedeni ise Ar-Ge yetersizliğidir. Dünya’nın hiçbir ülkesinde ileri teknolojili üretim kendi kendine ortaya çıkmadı. Öncelikle yapılan Ar-Ge faaliyetleriyle tarlaya tohum ekildi, sonrasında tutan ve yeşeren tohumlardan ileri teknolojili imalat gerçekleştirildi. Türkiye’de ise Ar-Ge faaliyetleri ne yazık ki her türlü teşvik ve desteğe rağmen istenilen düzeye ulaşamadı. 2005-2015 yılları arasında dünya genelinde yapılan Ar-Ge’nin milli gelire oranı yüzde 2,23’ken, yüksek gelirli ülkelerde bu oran yüzde 2,56’ya çıkıyor. Orta-yüksek gelir grubunda da bu oran yüzde 1,66 olarak ölçülüyor. Türkiye’de ise 2005-2015 yılları arasında bu oran yüzde 1’in hemen üzerinde gerçekleşmiş. Yine, 2018 yılı verilerine göre dünya genelinde yüzde 2,2 olan Ar-Ge harcamasının milli gelire oranı, yüksek gelir grubu ülkelerde yüzde 2,58’ken, orta-yüksek gelir grubundaki ülkelerde yüzde 1,64, Türkiye’de ise yüzde 0,95 olmuş (Türkiye’nin bu son verisi 2017 yılına aittir). Bu açıdan değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Ar-Ge harcamalarını, mevcut durumunun en az 1,2 kat üzerine çıkarması gerekiyor ki ancak bu durumda dünya ortalamasını yakalama şansı elde edebiliyoruz.

Peki, bu Ar-Ge rakamının elde edilebilmesi için Türkiye’nin yeterli araştırmacısı var mı? Bu araştırmacıların kapasiteleri yeterli mi? Bu sorunun cevabını bulmak için Türkiye’nin durumunun dünyanın ilk 20 ekonomisi ile karşılaştırılmasına bakabiliriz. Dünyanın ilk 20 ekonomisinde, milyon kişi başına düşen araştırmacı sayısı 2.935’tir. Türkiye’de ise bu rakam 1.157 araştırmacı olarak karşımıza çıkıyor. Yani, nitelikleri bir yana, Türkiye’deki araştırmacı sayısı yeterli ne yazık ki yeterli sayıya ulaşamamış durumda. Bir diğer gösterge ise milyon kişi başına düşen teknisyen sayısıdır. İlk 20 ekonomi ortalamasında, milyon kişi başına düşen teknisyen sayısı 1.052’dir. Türkiye’de ise milyon kişi başına düşen teknisyen sayısı sadece 207’dir. Bu iki veri ışığında, Türkiye’de Ar-Ge faaliyetlerini gerçekleştirecek personelin yetersiz olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye’nin makro seviyedeki Ar-Ge performansının şehirler bazında ölçülmesi de mümkün görünüyor. Tablo 2’den izlenebileceği üzere, TÜİK tarafından açıklanan 2020 yılı rakamlarına göre, Türkiye’nin Ar-Ge personeli sayısı yaklaşık 321 bindir. Bu personelin 93 bini İstanbul’da, 62 bini de Ankara’da yer alıyor. Bu yönüyle İstanbul’daki Ar-Ge personeli sayısının Ankara'dakinin yüzde 50 üzerinde olduğunu da söyleyebiliyoruz. Ar-Ge harcaması olarak ele alındığında ise Ankara, İstanbul ve Türkiye ortalamasının üzerinde bir değerle ilk sırada yer alıyor. 2020 yılında Türkiye genelinde gerçekleştirilen Ar-Ge harcamasının yüzde 32’si Ankara’da gerçekleştirilirken, Ankara, İstanbul’dan yüzde 27 daha fazla Ar-Ge harcama performansı ortaya koyuyor. Ar-Ge personeli başına düşen Ar-Ge harcamasında Ankara 287 bin TL ile, 151 bin TL’lik İstanbul’un oldukça üzerinde bir değere sahip görünüyor. Son olarak, Tablo 3’te, 2018 ve 2019 yılları için Türkiye genelinde ve üç büyük şehir bazında yapılan Ar-Ge harcamasının ilin ya da ülkenin milli gelirine oranını görebiliyoruz. Tablo 3’ten görüleceği üzere, Türkiye ortalamasında yüzde 1,1 olan oran Ankara’da yüzde 3,7’dir. İstanbul ve İzmir için yüzde 0,9 olan oranın yıllar bazında çok farklılaşmadığı da anlaşılıyor. Diğer yandan, her iki yıl için de Ankara, diğer iki ilin ortalamasının oldukça üstünde bir Ar-Ge yoğunluğuna sahip bulunuyor.