Yeditepe Üniversitesi mühendislik ve mimarlık fakültesi makine mühendisliği bölüm başkanı Prof. Dr. Mehmet A. Akgün, Türkiye’nin etkileyici makineler imal ettiğini ancak olması gereken yerde olmadığını...

YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ MÜHENDİSLİK VE MİMARLIK FAKÜLTESİ MAKİNE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜM BAŞKANI PROF. DR. MEHMET A. AKGÜN, TÜRKİYE’NİN ETKİLEYİCİ MAKİNELER İMAL ETTİĞİNİ ANCAK OLMASI GEREKEN YERDE OLMADIĞINI SÖYLÜYOR. PROF. DR. AKGÜN “BULUNDUĞUMUZ YERİ ANLAMAK İÇİN KENDİMİZİ DİĞER ÜLKELERLE KIYASLAMAMIZ GEREK” DİYOR VE ABD, AB, ÇİN VE GÜNEY KORE MAKİNE SEKTÖRLERİNDEKİ UYGULAMALARI AKTARIYOR.

 




Yeditepe Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Makine Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mehmet A. Akgün Moment Expo’nun sorularını yanıtladı. Türkiye’nin sanayileşmekte çeşitli nedenlerle geç kaldığını söyleyen Prof. Dr. Akgün, havacılık sanayi gibi kimi sektörlerde atılmış adımların durdurulup gecikmeli olarak tekrar başlandığını aktarıyor. “Oysa bugün ülke olarak başka bir sanayi liginde olabilirdik. Ülkemizde makine sektörü son yıllarda ciddi atılımlar yaptı. 2004 yılında 2,1 milyar dolar olan makine ve aksamları ihracatımız, dört yılda üç katına çıkarak 2008 yılında 6,4 milyar Dolara ulaştı. Bu kendi içinde etkileyici bir başarım. Çok etkileyici makineler de imal ediyoruz ama olmamız gereken yerde değiliz. Bulunduğumuz yeri anlamak için kendimizi diğer ülkelerle kıyaslamamız gerek. 2005 yılına ilişkin tahmini sayılara göre AB-15 ülkelerinin (2004 öncesindeki AB üyesi 15 ülke) makine mühendisliği ile ilgili dünya ticaretindeki payı, birbirlerine yaptıkları satışların dışında yüzde 37, Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) payı ise yüzde 6,6 idi. Bunlar ihracat rakamlarıdır. 2005 yılı için makine sektörünün toplam pazar hacmi 750 milyar dolar kadardı, dolayısıyla ÇHC’ye düşen pay 50 milyar Dolar olarak tahmin edilmişti. Aynı yılda Türkiye’nin makine dış satımı 2,8 milyar dolardı; bu meblağ dünya toplamının binde dördüne karşılık gelmekteydi.” Bu arada makine sektörü ithalatına da bakılması gerektiğine değinen Prof. Dr. Akgün, şöyle devam ediyor: “2008 yılı dışalımımız 15.3 milyar Dolar, dolayısıyla dış satımın dışalımı karşılama oranı yüzde 42’yidi. En çok alım yaptığımız 10 ülkeye bakarsak, toplamın yarıya yakını (yüzde 7.4 milyar), çoğunluğu Almanya ve İtalya’dan olmak üzere altı AB ülkesinden, dokuzda biri (1.7 milyar Dolar) ÇHC’den, on dörtte biri (1.1 milyar Dolar) Japonya’dan, yaklaşık yirmide biri (800 milyon Dolar) ABD’den ve otuz üçte biri (460 milyon Dolar) Güney Kore’den yapılan alımlardan oluşmaktaydı. Dikkat çeken husus 2008 yılında en çok dış satım yaptığımız ilk 10 ülke arasında ÇHC, Japonya ve Güney Kore’nin bulunmamasıdır. Listede 10. sırada bulunan Mısır’a 119 milyon Dolar değerinde makine ve aksamı sattığımızı göz önüne alırsak söz konusu üç ülkeyle ticaretimizde ciddi açık verdiğimiz anlaşılır. Birkaç sayısal değer daha vermek gerekirse: 2005 yılında ÇHC’nin AB’ye toplam dış satımı dışalımının üç katı iken, bu oran ÇHC ve AB arasındaki makine sektörü ticaretinde tam tersiydi. 2004 yılında AB’ye 7 milyar Dolar değerinde makine ve aksamı satan ÇHC, AB’den 23 milyar Dolarlık benzer mal almıştı. AB’ye karşı 16 milyar Dolar açık veren ÇHC’nin tüm dünyayla makine sektörü ticaretindeki toplam açığı 2004 yılı için 38 milyar Dolardı.”

 

İHRACAT YILLAR İÇİNDE ARTIYOR

Prof. Dr. Akgün bütün bu sayıların ortaya koyduğu belirgin hususları ise şöyle sıralıyor: “Türkiye’nin dünya çapında toplam makine sektörü dışsatımından aldığı pay küçük de olsa yıllar içinde artış göstermiştir. Ancak ne yazık ki dünya nüfusunun yüzde 1’ini barındıran Türkiye’nin bu ticaretten aldığı pay aynı orana henüz ulaşamamıştır. 2005 yılı toplam dış ticaret fazlası gayrı safi milli hasılasının yüzde 7,2’sine ulaşmış olan, ancak makine sektöründe açık veren ÇHC’ye (ayrıca Japonya ve G. Kore’ye) kayda değer makine ürünü satamayan bir Türkiye resmi görüyoruz. Üstelik 2008 krizinden sonra 2009 yılının ilk dört ayında dışsatımımız önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 30, dış alımımız ise yüzde 34 gerilemişken, ÇHC’nin bize satışı yalnızca yüzde 2,3 gerilemiştir. Türkiye AB ülkeleriyle ticarette, yaptığı satışın (2008’de dışsatım listesinde ilk ona giren dört ülkeye 1,5 milyar Dolar) beş katı kadar makine sektörü ürünü almaktadır.” Prof. Dr. Akgün, “AB’nin makine sektörü ürünlerinin daha pahalı olmasına karşın ÇHC’ye karşı ticaret fazlasına sahip olmasının nedenleri, ürünlerin yüksek teknoloji içermesi, kalitesi, marka değeri, enerji verimliliği, çevre dostu olması ve satış sonrası hizmetin gelişmişliğidir” diyor. “Türkiye makine sektörünün bu hususların bir kısmında ya eksiği vardır ya da algı o yöndedir. Gerçek olan, makine sektörünün hak ettiği yerin daha yukarıda olduğudur.” Genel ve özel amaçlara yönelik makine tasarım ve imalinde başarılı ABD ve AB ülkelerinin makine sektörü ürünlerinin özelliğinin bilgi-yoğun ve yeniliğe (inovasyona) dayalı olmaları ve yüksek katma değer içermeleri olduğunu söyleyen Prof. Dr. Akgün, “Dünyada en çok ürün kopyalayan ülke olduğu kabul edilen ÇHC, bu yolla ancak belirttiğim noktaya gelebilmiştir. Yeniliğe dayalı ürün/süreç geliştirme konusunda devlete ve sektöre düşen adımlar farklı ama birbirini tamamlayıcıdır” diyor.

 

ABD’NİN AR-GE DESTEK UYGULAMALARI

Prof. Dr. Akgün, 1980’lerde Almanya ve Japonya’nın ticari başarısı karşısında zayıf kaldığını düşünen ABD’nin, 1982 yılında bir yasayla Küçük İşletmeler Yenilik Araştırma (Small Business Innovation Research) programını kurduğunu söylüyor. “Yasayla Savunma Bakanlığı, Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH), NASA, Enerji Bakanlığı, Ulusal Bilim Vakfı (NSF), Ticaret Bakanlığı gibi federal devlet ve hükümet birimlerinin her yıl kendileri dışındaki kuruluşlara parayla yaptırdıkları Ar-Ge’nin yüzde 0,2’sini, çalışan sayısı(n) 500’ün altında olan işletmelere ayırmaları zorunlu kılındı. Oran 10 yıl içinde yüzde 2,5’e yükseltildi. Üniversitelerle işbirliği yapan işletmelere ayrıca ek parasal destek verilmesi öngörüldü. Yasayı savunanların gerekçesi, her yıl yeni istihdamın yarısını küçük işletmelerin yarattığı ancak federal Ar-Ge fonlarının yalnızca yüzde 3’ünü aldıklarıydı. Yasa gereği federal işletmelerin düzenli olarak ilan ettiği Ar-Ge istenen konularda, yeniliğe ve bilgiye dayalı önerilerini sunan işletmeler rekabetçi ve şeffaf bir süreç sonunda destek alabilmekteydi. Yeniliklerin önemli kısmını üreten küçük ve orta boylu işletmeler böylece önemli desteğe kavuştu. Örneğin Savunma Bakanlığı’ndan destek alan firmaların yüzde 70’i 25’in altında çalışana sahipti. Desteklerin önemli bir özelliği ortaya çıkan patent haklarının işletmede kalması, devletin ürünün kullanımı için kısıtlı bir hakka sahip olmasıydı. Toplam destek miktarı yıllık 2 milyar Dolar dolayındaydı. Destek, yerine göre risk sermayesi işlevi görüyordu. Bu programla başarılı olup daha sonra başka Ar-Ge fonlarına başvurarak ve/veya geliştirdiği ürünü/süreci pazarlayarak büyüyen en başarılı üç şirketin 2006 yılı itibariyle piyasa değeri sırasıyla 93, 78 ve 18 milyar dolar, çalışan sayıları ise 14 Bin, 9 Bin ve 8 Bin’di. 1992 yılına kadar Ulusal Bilim Vakfı tarafından SBIR programı kapsamında desteklenen ve daha sonra satışlarında SBIR desteği nedeniyle her biri en az 2 milyon Dolarlık artış sağlayan 50 firma üzerine yapılan bir incelemede, bu firmaların SBIR projelerinde geliştirilen teknolojilerin doğrudan etkisiyle toplam 2 milyar dolarlık ek satış elde ettikleri, istihdam kapasitelerinin 527’den 11 bin 500’e çıktığı, gelirlerinin yüzde 34’ünü ihracattan kazandıkları ve 377 ABD ve732 yabancı patent sahibi oldukları anlaşıldı. Bu 50 firma açısından en önemli husus, başka türlü mali destek bulamadıkları yeni bir fikrin desteklenmiş olmasıydı. Program üniversite sanayi işbirliğini artırdı, hatta bizzat üniversite öğretim elemanlarının sahip oldukları fikirleri ürüne dönüştürmek üzere şirket kurmaları yolunu açtı. SBIR yasası iki kez uzatıldı ve 2008 yılında geçerliliği sona erdi. 2009 sonu itibariyle yerine ne getirileceği tartışılmaktaydı. Küçük ve orta ölçekli işletmelere başka desteklerin de verildiği ABD’de özel sektör istihdam kapasitesinin yarısı bu işletmelerin bünyesinde olup, tarım dışı özel sektör gayrı safi milli hasılasının yarıdan fazlasını yaratmaktadırlar. ABD’nin Ar-Ge ve yenilikçi fikirlere verdiği başka kamusal destekler de var; çarpıcı niteliğinden ötürü SBIR programını örnek verdim.”

 

ABD’de 2004-2006 yılları arasında yürütülen bir çalışmada 500’ün altında çalışanı olan 637 firmanın incelendiğini söyleyen Prof. Dr. Akgün şöyle devam ediyor: “Çeşitli sektörlerde Ar-Ge harcamalarının toplam net satışa oranındaki yüzde 1’lik bir artışın firmanın piyasa değerini ne kadar artırdığına bakılmıştır. Çalışmada makine sektörünün bu açıdan en yüksek değere (yüzde 0,3) sahip olduğu görülmüştür. Burada söz konusu olan Ar-Ge harcamaları firma öz kaynaklarına veya dış desteklere bağlı olabilmektedir. ABD’de özel şirketler sahip oldukları yenilikçilik kültürü nedeniyle öz kaynaklarından da bu harcamalara bütçe ayırmaktadırlar.”

 

“YENİ FİKİR VE TEKNOLOJİLER ÖNCELİKLİ”

AB ülkelerinin de yeni fikir ve teknolojilere öncelikli olarak destek verdiklerinin altını çizen Prof. Dr. Akgün, “Destek yaklaşımı her ülkenin kültürü, koşulları ve politik tercihlerine göre farklılaşmaktadır. Dünyanın en büyük Ar-Ge bütçesine sahip ülkelerinden Almanya’da Ar-Ge faaliyetlerinin yüzde 80’i 10 Bin’den fazla çalışana sahip şirketler tarafından yürütülmektedir” diye konuşuyor. “Federal devlet küçük ve orta işletmelerin yenilikçi ürün geliştirebilmek için gereken fonlara erişim sıkıntısını gidermek üzere 1000’in altında çalışanı olan şirketlere yenilikçi ürün desteği için 2009 ve 2010 yıllarının her birinde 550 milyon Dolarlık kaynak ayırdı. Bir diğer programla sanayi ve kamusal Ar-Ge birimleri arasında kilit teknolojilerde stratejik işbirliğini sağlamak üzere İnovasyon İttifakları kurulmasına öncülük etti. Şu ana kadar toplam bütçesi 3,7 milyar dolar olan 9 ittifak kurulmuş durumda.” Çerçeve programlarının da AB’nin bir bütün olarak Ar-Ge faaliyetlerine kaynak sağladığı programlar olduğunun altını çizen Prof. Dr. Akgün, “Ciddi bir seçim sürecinden geçilen bu programlarda küçük ve orta ölçekli işletmeler özellikle kollanıyor” diyor.

Prof. Dr. Akgün, devlet teşvikine ilişkin başka bir örnek olarak da Güney Kore’deki bir uygulamadan bahsediyor: “Kore Tasarım Teşvik Enstitüsü, Bilgi Ekonomisi Bakanlığı’nın finansmanıyla 1985 yılından beri periyodik olarak ‘İyi Tasarım Seçimi’ adıyla bir yarışma düzenliyor. İmalatçılar, tasarımcılar, perakendeciler, vb, ürün, çevre, paketleme, iletişim, malzeme işlenmesi, mimarlık ve moda gibi kategorilerde tasarımlarıyla yarışmaya katılabilmekte. Yarışmanın amacı, genel olarak tasarım olgusunu daha üst düzeye taşıyarak yaşam kalitesini artırmak ve halkın bu alana ilgisini çekerek tasarım anlayışını geliştirmek olarak ifade edilmekteyse de, yarışma 25 yıl içinde geldiği noktada devletin yenilikçiliği teşvik stratejisinin ötesine geçerek kamu ihalelerinde satın alma politikasının bir parçası haline geldi. Her yarışmaya Bin 200 dolayında tasarım katılmakta, ödül alan 60 kadarı ürünün ve ambalajının üstüne ‘İyi Tasarım’ işareti koyma hakkını elde ediyor. Bu işaret kalite tescili olarak kabul edilmiş olup, hükümet ihalelerinde öncelik almakta.”

 

TÜRKİYE’NİN İZLEMESİ GEREKEN YOL HARİTASI 

Bütün bu örneklerin Türkiye’de izlenmesi yararlı olacak yol haritasına ilişkin ipuçları içerdiğini aktaran Prof. Dr. Akgün, Türkiye’de de 10 yılı aşkın bir süredir, yeni bir bakış açısıyla Ar-Ge teşvikleri verildiğini belirtiyor. Teknokent yasası, TÜBİTAK, TEYDEP ve Sanayi Bakanlığı (SAN-TEZ) desteklerinin bu alanda önemli adımlar olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Akgün, şöyle devam ediyor: “Ancak başka adımlar da gereklidir. Kamu alımlarında ÇHC’nin kendi firmalarını kayırdığı gibi, keza Güney Kore’nin ki gibi yaklaşımlar benimsenmelidir. İhalelerde yenilikçi KOBİ’lere artı puan verilebilmelidir. Bizde KOBİ’lerin katılma fırsatı bulduğu çeşitli ihalelerde yabancı kaynaklı ürünlerin tercih edilmesi spekülatif ifadelerle eleştirilebilmektedir. Siyasi bir tercihle, ama koşulların çok net biçimde ortaya konması ve uygulamada öznel (sübjektif) yaklaşımlara yer verilmemesi, nüfuz kullanılmaması kaydı yla KOBİ’lere ihalelerde artı puan verilmesi sistemine geçilebilir. Bu aşamadan önce KOBİ’lerin bilgi temelli yenilikçi ürünlere kayması teşvik edilmeli, büyük şirketler Ar-Ge’ye daha fazla öz kaynak ayırmalı ve daha fazla kaynak proje temelinde KOBİ’lere yönlendirilmelidir.” KOBİ’lere yenilikçilik konusunda yol açmada sektör firmalarını bir araya getiren dernek ve örgütlere de görev düştüğünü aktaran Prof. Dr. Akgün şöyle devam ediyor: “Bu kuruluşlar merkezi bir ‘Ar-Ge ve yenilikçilik için yol gösterme bürosu’ kurabilirler. (Hali hazırda böyle bir büroları varsa, bilmediğim için kusur bendedir.) Bu büroların amacı KOBİ’lere bilgiye dayalı yenilikçilik kültürü aşılama çalışmaları yapmak, yurtiçi ve yurt dışı teşvik ve mali destek programlarını izlemek ve bunlarla ilgili danışmanlık hizmeti vermek, üniversitelerle ve ilgili hükümet kuruluşları ile temas halinde bulunmak, vb olabilir.” “Sektör temsilci kuruluşlarının üstlenebileceği bir kaç işlev daha aklıma geliyor” diyen Prof. Dr. Akgün, “Üyesi olan işletmelerin rekabet öncesi işbirliği yapmalarına ve Ar-Ge ittifakları kurmalarına önayak olmak, giderek CNC mezarlığına dönüşme riski taşıdığını düşündüğüm ülkemizde, bir anlamda kooperatif gibi çalışacak, ileri tezgâhlara sahip merkezi atölyeler kurmak ve kriz zamanlarında işletmelere destek verecek yardım sandığı benzeri bir fon oluşturmak gibi. Bu son öneri bir yasa gerektirebilir.”

Sektördeki işletmelerin yenilikçi ürün geliştirme kültürünü benimsemeleri gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Akgün, ‘Yurtdışından bir şeyler getirip satmak, bir kaç markanın temsilcisi olmak’ bu kültürün dışındadır diyor. “Yenilikçilik nitelikli mühendis(ler) istihdam edilmesini, işbirlikleri yapılmasını gerektirir. KOBİ’lerin ürün geliştirmesinin önünde ki en önemli engel nitelikli personeldir; finansman ancak ikinci sıradadır. Fuarlarda gördüğü bir makineyi hemen taklit edebilen becerikli alaylı ustalar elbette vardır ama ülke çapında gelişme onlardan beklenemez. Diğer taraftan bir kaç nitelikli mühendisle yeni bir ürün geliştirmek de çoğu zaman mümkün olmaz. KOBİ’lerin üniversitelerle iş birliği yapıp proje temelinde destek alabileceği TEYDEP, SAN-TEZ gibi olanaklar bulunmaktaysa da kimi şirketlerimiz, bütçenin belli bir yüzdesini öz kaynaklarından karşılama koşulundan hazzetmemektedir. Sanırım bunun bir nedeni, yenilikçi bir ürün geliştirip pazarlamış olmanın meyvelerini toplamamış olmaktır ama başka nedenler de olabilir. Şunu içimize sindirmemiz gerekiyor: yenilikçi ürün geliştirme ilk bakışta verimli bir süreç olmayabilir ama sabredildiği takdirde ikinci veya üçüncü denemede bütün çabalarımızı fazlasıyla geriye ödeyebilecek bir ürün çıkabilir; Ar-Ge’nin geri dönüşü zaman alabilir. Yatırımının karşılığını hemen almayı tercih eden ya da dar bir bütçeye sahip firmaların itirazlarını duyar gibiyim. Ancak şöyle de bir gerçek var: Hayatın herhangi bir alanında, bir şeye karşı çıkmak için gerekçe bulduğumuzda, sonrasındaki benzer gibi görünen durumlarda yerli yersiz, hiç düşünmeden kolaya kaçarak aynı hazır gerekçemizle reddetme eğilimine sahibiz. Oysa kafamızdaki önyargıları atıp “Acaba bu kez farklı davransam daha mı iyi olur” sorusunu sorabilmeliyiz. Sektör bu zihinsel dönüşümü yapabilmelidir; sektör temsilcisi derneklere bu hususta görev düşmektedir.”

 

“ÜNİVERSİTELERİ 3 ANA GÖREVİ VAR”

“Üniversitelere gelince: Üniversitelerin eğitim/öğretim, bilimsel araştırma ve topluma hizmet olarak üç görevi olduğu kabul edilir” diyen Prof. Dr. Akgün şöyle devam ediyor: “Özel olarak sorduğunuz alanda üniversitelere düşen, sektör firmalarına belirli bir ürün geliştirebilmek için gerek duydukları alanda eğitim vermek, onlarla işbirliği halinde AR-GE projeleri yürütmek, yenilikçi ürün geliştirmek için temel olan bilimsel bilgiyi proje temelinde sağlamak ve bu süreç içinde AR-GE ve yenilikçilik kültürünün firmalarda yerleşik hale gelmesine katkı yapmaktır.” Prof. Dr. Akgün somut olarak Türk makine sektörü firmalarına sundukları hizmetlerden de bahsediyor: “Öğretim üyelerimizin bazıları danışmanlık yapıyorlar, firmalarla birlikte Sanayi Bakanlığı destekli SAN-TEZ projeleri yürütüyoruz, bir öğretim üyemiz sanayi temsilcisi bir kuruluşa destek veriyor. Bu faaliyetlerimizi artırmaya hazırız.”

 

Üç adet eğitim/araştırma laboratuarları olduğunu söyleyen Prof. Dr. Akgün şöyle devam ediyor: “Bir mekanik atölyemiz var, yakında iki yeni araştırma laboratuarımız daha olacak. Sektörden beklentimiz, lisans öğrencilerimizin uygulamalı eğitimine katkıda bulunması. Lisans öğrencilerimizin bitirme projelerinde sanayiden daha fazla konu seçmelerini teşvik edip, firmaların destek vermesini bekliyoruz. Ayrıca lisansüstü (yüksek lisans ve doktora) programımızda da makine sektörüyle işbirliğimiz var ve geliştirmek istiyoruz. Firmaların mevcut mühendislerinin ya da yeni alacakları mühendislerin bir taraftan Bölümümüzde lisansüstü çalışma yaparken ve tezinde şirketin bir teknik problemini çözerken bir taraftan da firmanın çalışanı olmasına dayalı bir model bu.”

 

‘İyi yetişmiş üniversite mezunu eleman’ sıkıntısına da değinen Prof. Dr. Akgün, “iyi mühendise talebin fazla olması, firmaların yeni mezunlardan gerçekçi olmayan bilgi ve beceri beklemesi (oysa üniversitelerin genel makine mühendisi yetiştirme ve fazla alt uzmanlaşmaya gitmeme zorunluluğu içinde olmaları), firmaların yeterli maaş vermemesi. Bu son hususu biraz açayım. Ülkede azımsanmayacak sayıda işyerinde asgari ücretin neredeyse ancak iki katı düzeyinde ücret verilen bir mesleğe nitelikli gençleri çekmek kolay olmayabilir. Nedenler içinde kendimize de iğneyi batırmam gerek. Üniversitelerin, sektörün gereklerine kısmen uzak kalmaları da iyi yetişmiş eleman açığında bir etken olabilir. Ancak bilinmesi gereken şudur ki üniversite eğitimi meslek yüksek okulu eğitiminden çok farklıdır.”

 

Prof. Dr. Akgün üniversite-sanayi iş birliğinde doğru işleyen ve eksik olan noktaları ise şöyle açıklıyor: “Doğru işleyen husus daha çok sanayicinin ‘inovasyon’ sözcüğünü telaffuz etmesi ve üniversitelere yönelmesidir. Ancak bu yeterli sayıda değil. Eksik olan husus, karşılıklı birbirimizi tam anlamamamız ve beklentilerimizin farklı olması gibi görünüyor. Bunları gidermek için daha çok bir araya gelinmesi gerekiyor.”

 

Prof. Dr. Mehmet A. Akgün
Yeditepe Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi
Makine Mühendisliği Bölüm Başkanı
Sektördeki işletmeler yenilikçi ürün geliştirme kültürünü benimsemeli.

 

“Genel ve özel amaçlara yönelik makine tasarım ve imalinde başarılı ABD ve AB ülkelerinin makine sektörü, ürünlerinin özelliğinin bilgi-yoğun ve yeniliğe (inovasyona) dayalı olmaları ve yüksek katma değer içermeleridir. Dünyada en çok ürün kopyalayan ülke olduğu kabul edilen Çin, bu yolla ancak belirttiğim noktaya gelebilmiştir. Yeniliğe dayalı ürün/süreç geliştirme konusunda devlete ve sektöre düşen adımlar farklı ama birbirini tamamlayıcıdır”