Prof. Dr. Hamit Serbest: “Teknoloji ve teknolojinin temelini oluşturan bilgi zaman içinde en değerli varlık haline geldi. Mevcut ..

Prof. Dr. Hamit Serbest: “Teknoloji ve teknolojinin temelini oluşturan bilgi zaman içinde en değerli varlık haline geldi. Mevcut yapı içinde ekonomik üstünlük ise ancak teknolojiyi üreten ve ona gerçekten sahip olan ulusların olacaktır.”

Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşmasında en kritik rolü üniversitelerin oynayacağını ve üniversitelerin nitelik olarak gelişmesinin sanayiye doğrudan yansıyacağı belirten Üniversite Sanayi İşbirliği Merkezleri Platformu (ÜSİMP) Yürütme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamit Serbest, üretilen bilginin teknolojiye dönüşümünün sağlanmasıyla sanayi kuruluşlarının rekabetçiliğini artacağını söyledi. Teknoloji transfer ofislerini üniversite-sanayi işbirliğini sağlayan arayüz kurumlar olarak niteleyen Serbest, Türkiye’de son dönem teknoloji transferine yönelik atılan somut adımlarla ilgili bilgi verdi.

Teknoloji Transferi nedir? Bu olgunun önemi hakkında neler aktarmak istersiniz?
Teknolojinin transferi bir yerde üretilen  bir teknolojinin ihtiyaç duyulan bir yere  aktarılmasıdır. Aslında bilinen arztalep süreçlerinin bir parçasıdır. Tabii söz konusu olan yeni veya ileri olarak adlandırılan teknolojilerdir. Yüzyıllar boyu herhangi bir yerde üretilen teknolojiler değişik yollarla dünyanın başka köşelerine taşındı. Kimi zaman göçler veya ticaret bunu sağladı, kimi zaman da hırsızlık yoluyla teknoloji aktarıldı. Ancak, günümüzde toplumların yeni teknolojilere ulaşmak için eskiden olduğu gibi tesadüfleri bekleyecek sabrı yoktur. Çünkü teknoloji ve onun temelini oluşturan bilgi en değerli varlık haline geldi. Gelişmiş toplumlar “bilgi toplumu” ve “bilgi ekonomisi” olarak anılmaya başlandı. Maddi sermayenin  egemen olduğu dönemler ise çok gerilerde kaldı. Şimdi esas önemli varlık entelektüel sermayedir. Bu sermaye artık çok büyük bir hızla artıyor. Bilimsel makale sayısı son yüzyıl içinde ortalama her 15 yılda bir ikiye katlandı. 

University of California Berkeley’de yapılan bir araştırmada, 2000 - 2003 yılları arasında tüm dünyada üretilen özgün bilgi toplanarak yıllık artışın yüzde 66 olduğu belirlendi.Bilginin dolayısıyla teknolojinin ekonomiler üzerindeki etkisi göz önüne alındığında buna sahip olmak ve yönetebilmek için özel yöntemler gerektiği açıktır. Bu kapsamda teknoloji transferine bir fikrin doğuşundan ticarileşmesine kadar olan sürecin izlenebilir olmasını sağlamak olarak bakmak gerekir. Bir anlamda doğabilecek fikirlerin destek bulamadığı için yok olup gitmesini önlemek, korunan fikirler arasından işe yarayabilecek olanları seçmek, bunların patent ile korunmasını sağlamak, pazara çıkabilecek vasıfta olanlara risk sermayesi gibi sermaye araçlarıyla destek olmak diyebiliriz. Bu tanımın ulusal ve uluslararası kapsamda ayrı ayrı düşünülmesi gerekir. Bu kadar zahmete değer mi, parasını verir alırız denilebilir. Ama unutulmamalıdır ki; Türkiye bu güne kadar parasını vererek aldığı teknolojilerle uluslararası pazarlarda rekabetetti. Ama artık bu mümkün değildir, başarı ve ekonomik üstünlük teknolojiyi üretenin ona gerçekten sahip olan ulusların olacaktır.

Teknoloji transfer ofislerinin temel kuruluş amaçları nelerdir? Mevcut amaçları doğrultusunda ne tür faaliyetlerde bulunurlar?
Teknoloji transfer ofislerini üniversite sanayi işbirliğini sağlayan arayüz kurumlar olarak görmek gerekir. Farklı isimlerle anılmasına rağmen Türkiye bu yapılara yabancı değildir. 1990’lı yıllardan bu yana faaliyet gösteren KOSGEB TEKMER yapıları hem bir arayüz hem de kuluçkalık (inkübatör) olarak hizmet veriyor. Diğer bir arayüz yapı da Teknoloji Geliştirme Bölgeleri yani Teknoparklardır. Halen yürürlükteki ilgili mevzuat kapsamında esnekliği nedeniyle Teknopark yasası en gözde olandır. Öğretim üyelerinin Ar-Ge bazlı çalışmalarda ‘Üniversite Döner Sermaye Sistemi’ dışında kalarak iş yapabilmelerini sağlayan başka yapı yoktur. Bu arada, 1997 - 2006 yılları arasında uygulanan TÜBİTAK ÜSAM (Üniversite – Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri)  programı’nı da önemli bir arayüz olarak hatırlatmak lazım. Bilinen üçlü sarmal modelinin ülkemizeuyarlanmış bir türüydü. ÜSAMP modelinin en önemli özelliği talep odaklı çalışmasıydı ve yönetim kurulunda özelolarak çoğunluk sanayiciye bırakılmıştı. Farklı tüzel kimliklerle halen varlığını sürdüren ÜSAMP’lar olarak Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde SAM - Seramik Araştırma Merkezi A.Ş., İstanbul Teknik Üniversitesi’nde OTAM - Otomotiv Araştırma Merkezi A.Ş. ve Adana Çukurova Üniversitesi’nde Adana ÜSAM - Üniversite Sanayi Ortak Araştırma Merkezi Derneği ve Ar-Ge İktisadi İşletmesi vardır. 

Teknoloji transfer ofislerinin iki temel fonksiyonundan söz edebiliriz: Birincisi mevcut şirketlerin teknolojik rekabetçilik güçlerini artırabilmek, diğeri de toplumun her kademesindeki bireyleri daha yenilikçi, daha girişimci, teknolojik gelişmeler yapabilir kılmaktır. Bu sağlanabildiği takdirde ülkenin ekonomik gücü de doğal olarak artacak ve gelişmiş ülkeler sınıfına girebilecektir. Söz konusu amaçları yerine getirebilmek için Teknoloji Transfer Ofisleri’nin (TTO) firmalara ve bireylere öncelikle farkındalık, tanıtım, bilgilendirme gibi eğitim hizmetleri vermesi beklenir. Bir sonraki adımda bir şeyler yapmak isteyenleri erişebilecekleri devlet destek programları hakkında bilgilendirmek ve bu desteklerde yararlanabilmeleri için proje geliştirme ve yönetiminde yardımcı olmaktır. Ayrıca, üniversitelerdeki öğrencilerin ve öğretim elemanlarının fikirlerinin ürüne dönüşmesi sürecinde girişimcilik ve şirketleşme adımlarında yol göstermek, fikri ve sınai haklarını koruyabilmeleri için yönetim ve lisanslama hizmetleri vermeleri de istenmektedir.

Türkiye’de kaç üniversitenin bünyesinde ‘Teknoloji Transfer Ofisi’bulunmaktadır? En başarılı TTO’lar sizce hangileridir?
Türkiye’de birçok üniversite veya teknopark bünyesinde TTO’lar açıldı. Kurumlar kendi olanaklarıyla kadrolaşmaya gitti ve belirli konularda hizmet vermeye çalışıyor. Her ne kadar bazı üniversitelerin geçmişten gelen deneyimleri bulunsa da büyük çoğunluk için bilinmezlik söz konusudur. Son iki yıldır önce Yükseköğretim Kurulu daha sonra Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Bilim ve Teknoloji Genel  Müdürlüğü tarafından, son olarak da TÜBİTAK tarafından dillendirilen Teknoloji Transfer Ofisleri Destek programı 27 Aralık 2011 tarihindeki 23. BTYK kararları çerçevesinde 2012 yılı sonunda TÜBİTAK tarafından başlatıldı. “1513 – Teknoloji Transfer Ofisleri (TTO) Destekleme Programı”nın amacı Üniversiteler bünyesinde Teknoloji Transfer Ofisleri kurulması ve güçlendirilmesinin teşviki olarak belirtildi. Destek programı kapsamında açılan çağrıya 39 üniversitenin sunduğu TTO Proje Dosyaları TÜBİTAK ilgili kurulları tarafından son 5 yılda yaptıkları “teknoloji transferi” kapsamında alınabilecek etkinlikleri ile gelecek 10 yılda yapmayı planladıkları eylemleri açısından değerlendirildi.

 
İlk 10’a giren ve desteklenmeye değer bulunan üniversiteler alfabetik sıraya göre; Boğaziçi, Ege, Gazi, Hacettepe, Koç, Ortadoğu Teknik, Özyeğin, Sabancı, Selçuk ve Yıldız Teknik Üniversiteleri olarak Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı tarafından kamu oyuna duyuruldu. TÜBİTAK Başkanlık binasında 9 Nisan 2013’de gerçekleştirilen protokol imza töreninde Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak ve ilgili üniversitelerin rektörleri katıldı. Bakan Nihat Ergün’ün törende söyledikleri TTO’ların başarı ölçütleri açısından da yol göstericiydi. Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşmasında en kritik rolü üniversitelerin oynayacağını ve üniversitelerin nitelik olarak gelişmesinin doğrudan yansıyacağı alanın sanayi olduğunu, üniversitelerde yetiştirilen kalifiye elemanlar ve girişimci bireyler sayesinde ekonomik gelişmeye önemli katkılar sağlanacağını belirtti. Ayrıca, üniversitelerde üretilen akademik çalışmaların raflarda kalmamasını toplumsal yarara dönüşmesini beklediklerini ifade etti.

‘Teknoloji Transfer Ofisleri’nin gerek üniversitelere gerekse de sanayiye yönelik somut katkılarıyla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Yaklaşık 20 yıl önce AB ile Gümrük  Birliği antlaşması imzaladığımızdan bu yana ulusal sanayimiz sadece uluslararası pazarlarda değil, kendi ülkemizde de gelişmiş ülkelerin şirketleri ile rekabet içinde. O günden bu yana rekabeti sürdüremeyen birçok şirket
kapandı. Buna karşın devletin Ar-Ge desteklerinden yararlanan, üniversitelerle işbirliği yapan yani teknoloji üretebilenler varlığını sürdürdü.Bulunduğumuz noktanın yeterli olduğunu söylemek mümkün değil, çünkü sanayimiz kendini geliştirirken gelişmiş ülkelerin sanayisi durup bizi beklemedi. Ülkemizde bu gelişimi başarabilen firma sayısının çok yetersiz kaldığı biliniyor. TÜBİTAK TEYDEB desteklerinden 1995 - 2012 yılları arasında 7 bin 148 firmanın 16 bin 422 proje önerdiğini ve bunlardan 9 bin 721 Proje için 4 bin 582 firmanın yararlanabildiği görülüyor. Ülkemiz imalat sanayi sektöründe (TÜİK 2002 verilerine göre) 247 bin firma olduğu göz önünde bulundurulursa bu rakamların yetersizliği daha iyi anlaşılacaktır. Dünya ülkeleri arasında ülkemizi doğru konumlandırabilmek için Bilim, Teknoloji ve Yenilik istatistiklerine bakmak yeterlidir. Örneğin, 2008 itibariyle toplam araştırmacı sayısı ve ülke nüfusu karşılaştırmasında 5 milyon nüfusu olan Finlandiya’nın 10 bin çalışan başına düşen Ar-Ge personeli sayısının 225 olduğu ve 83 milyon nüfusu olan Almanya’da ise bu sayının 121 olduğu görülür (OECD MSTI 2010/1). TÜİK 2007 verilerine göre 72 milyon nüfusu olan Türkiye’de ise sadece 31’dir.

OECD verilerine göre 2010 yılı itibariyle bir milyon nüfus başına düşen “Triadic Patent” sayısı Finlandiya’da 65.91 iken Almanya’da 68.63, Türkiye’de ise 0.48’dir (OECD Factbook 2013; Economic, Environmental and Social Statistics). Bu veriler açıkça göstermektedir ki; Türkiye olarak henüz rekabetçilikte olmamız gereken noktadan çok uzağız. Yapmamız gereken bir yandan elimizdeki insan kaynağını en iyi şekilde değerlendirmek diğer yandan ise yeni ve daha nitelikli insan kaynakları yaratmaktır. Dolayısıyla, bilim ve teknoloji alanında mevcut kaynaklarımız üniversitelerimizde yoğunlaşmış olduğuna göre bu çalışma da üniversite odaklı yürütülmek zorundadır. Ancak, üniversitelerimizde yetiştirilecek insan kaynaklarının ve üretilecek bilginin toplumsal yarar yaratabilmesi için sanayinin ve toplumun taleplerinin de dikkate alınması gerekir. İşte TTO’lar bu iki dünya arasındaki ilişkiyi başarılı bir şekilde kurar. Eğer yürütebilirse bundan hem üniversitelerimiz hem de sanayimiz karlı çıkacaktır. Üniversitelerimizde üretilen bilginin teknolojiye dönüşümü sağlanacak, sanayi kuruluşlarımızın rekabetçiliği kuvvetlendirilecektir. Bu süreçlere katılan veya izleyen öğretim elemanları, öğrenciler de buluşçuluğu öğrenecek ve toplumun yenilikçilik etkinliği gelişecektir ki bu da ekonominin güçlenmesi demektir. 

Avrupa Birliği ülkeleriyle ülkemizi kıyasladığınızda teknoloji transferi konusunda Türkiye’yi nasıl konumlandırıyorsunuz? Atılması gereken öncelikli adımlar nelerdir? 
Teknoloji transferi konusunda Avrupa bizden yaklaşık 10 yıl önce yola çıktı. Gerek onların gerekse bizim ABD’den farklı yönümüz Fikri Hakların Sahipliği konusundaki yasal düzenlemede. ABD’de Bayh – Dole Yasası olarak adlandırılan düzenlemede öğretim elemanlarının tüm buluşları çalıştıkları üniversiteye aittir. Türkiye’de de böyle bir yasal düzenleme hazırlığı içinde ama henüz sonuçlanmadı. Bu haliyle Avrupa’da kazanılmış deneyimler bize daha yakın duruyor. Diğer taraftan, Avrupa’da sanayinin üniversite içindeki bürokrasinin oldukça yüksek olduğunu düşündüğü ve aksinin gösterilebilmesi için ciddi çabalar harcandığı biliniyor. Bunun yanında bir sanayici ile üniversitede çalışan akademisyenin birebir uyumlu bir şekilde eşleştirilmesi de  yine bizdeki gibi oldukça güçtür. Bu sistemi uzun süreden beri uygulayan ABD’de dahi TTO’lar çok büyük gelirler sağlayan yapılar değil. Bir fikrin ticarileştirilmesine kadar geçen süredeki maliyetlerinin karşılanmasını ve üniversitenin kar etmesini sağlayacak düzeyde gelir getiren buluşlara çok nadir rastlanmaktadır.

Amerika AUTM 
(Association for University Technology Managers – Üniversite Teknoloji Yöneticileri Derneği) kuruluşu 2011 yılı araştırmasına göre 186 üniversitenin 2 bin 821 buluş lisanslandığını ve bunların sadece 65 tanesinin bir milyon dolar üzerinde gelir sağladığını belirlemiştir. O nedenle, TTO’lar birer kazanç kaynağı değildir. Batı dünyasında da böyle değildir bizde de olmayacaktır. Ama en önemli tarafı güzel fikirlerin kaybolup gitmesini önleyen değerler yaratabilmeleridir. Üniversite-sanayi işbirliği konusunda ilgili kurumlar arasında uyum sağlanmalıdır. Hiçbir kurum bir diğerini rakip gibi görmemeli, işbirliğine açık olmalıdır. Kurumların yapacağı çalışmaların, açacağı programların birbirini tamamlar mahiyette olması gereklidir. Türkiye öncelikle ihtiyaç duyulan uzmanlıklara sahip insanlar yetiştirmelidir. Hem sanayi hem de akademi dünyamızın alışık olmadığı “özel bir bilginin kaç para edeceği” ve “kimlerin işine yarayacağı” gibi saptamaları yapabilecek uzmanlara ihtiyacımız var. Bir patentin değerinin belirlenmesi aşamasında en büyük zorluk uygulanabilirliğinin ölçülmesidir. Alıcısı olmayan bir teknolojinin ticarileştirilmesi mümkün değildir. Patent başvurularının hukuki, ekonomik ve teknolojik açılardan ayrı ayrı değerlendirmesinin yapılarak bir sonuca varılması gerekir.

TÜBİTAK “Teknoloji Transfer Ofisleri (TTO) Destek Programı” çerçevesinde planladığı maddi yatırımların sağlayacağı katkılar konusunda görüşlerinizi paylaşır mısınız?
TÜBİTAK’ın programı ilan etmesiyle birlikte üniversitelerimizde önemli bir farkındalık yaratılmış gibi görünse de bu yeterli düzeyde değildir. Çünkü üniversitelerimiz 10 yıl önce Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu çıktığındakine benzer bir tepki veriyor. Teknoparklar üniversite yönetimleri tarafından nasıl bir “gelir kaynağı” olarak görüldüyse TTO Destek Programı da aynen öyle görülüyor. Ancak, bu tip programların yararlı olabilmesinin ilk koşulu beklentilerin somutlaşmış olmasıdır. Başta rektörler olmak üzere yönetim kurulu ve senato üyelerinin bu yapıdan beklentileri özümlemiş olması ve çalışmalara katkı yapması gerekiyor. Tabii ki insan faktörünün yaratacağı bir takım sıkıntılar veya aksamalar olacak ama sistem çıktıları itibariyle değerlendirilecek olursa bu tip sapmaları düzeltmek veya önlemek mümkün olabilecektir.

 Başarı elde edilebilmesi için diğer aktör olan ulusal sanayinin de oyuna dahil edilmesi gerekir. Üniversiteler bünyesinde kurulan bir TTO çıkan buluşları patentleyerek uluslararası pazarlarda ticarileştirmeyi tercih edebilir. Liberal ekonomik sistem içinde  bunu çok doğal da karşılayabilirsiniz. Sonuçta rekabet kuralları geçerli olacaktır ve kim en büyük bedeli öderse buluşun yeni teknolojinin sahibi o olacaktır. Piyasa kuralları açısından çok doğal görünen bu işlem gerçekten doğallaşacak olursa dünyanın herhangi bir köşesindeki yenilikçi beyinlerin ürettikleri ne yazık ki gelişmiş ülkelere gidecektir. Halbuki, bu sistem ulusal sanayimizin de yararına sonuçlar doğurmalıdır. Henüz sanayimizde patent konusunda yeterli bir farkındalık yoksa da bunun geliştirilmesi için çalışmak gerekir. Bu konuda üniversiteler kadar sanayinin şemsiye kuruluşlarına da önemli görevler düşüyor. TOBB, İhracatçı Birlikleri, SİAD’lar ve bünyesinde sanayicileri barındıran tüm kurum ve kuruluşlar bu süreçte ulusal sanayimiz adına masaya oturmalıdır. Üretilecek teknolojilere ben de talibim diyebilmelidir.