insan ve makine ilişkisi beyazperdeye daha çok bir üstünlük savaşı olarak yansıtılsa da, örneklerini sunduğumuz filmlerde...

İnsan ve makine ilişkisi beyazperdeye daha çok bir üstünlük savaşı olarak yansıtılsa da, örneklerini sunduğumuz filmlerde de vurgulandığı gibi esas olan daima, insanoğlunun düşlediği yaşama kavuşmak için makinelere duyduğu ihtiyaçtır.

Küresel hale gelen makine ve insan birlikteliği 20. yüzyılın sonlarında mikro işlemcili donanımlar ve onlara işlev kazandıran yazılımlar aracılığıyla yaygınlık kazanarak popüler kültürü de pek çok açıdan etkiledi. Bu etkile-şimin sinemadaki yansımasıysa daha çok gelecekteki olumsuz bir toplum anlayışını tanımlamak için kullanılan “distopya” kavramıyla tanımlanabilecek filmler üzerinden günlük yaşama taşındı. Şehirlerde devasa şirket binalarının yükseldiği, sokakta karaborsa teknolojilerin elden ele dolaş-tığı, bedene eklenen çipler ve çeşitli işlevsel parçalarla insan-makine iliş-kisinin yepyeni bir boyutta ele alındığı bu filmler, aslında insanların yerini giderek makinelerin alacağı bir dünya korkusunun yansıması olarak değerlendirilebilir. Dergimizin bu sayısında, yukarda özetlenen bakış açışıyla çekilmiş dört filmi ele alıyoruz.

MODERN TIMES (1936)
Amerikan Film Enstitüsü’nün “Tüm Zamanların En İyi Filmleri” arasında 78. sırada gösterdiği, Türkiye’de Modern Zamanlar adıyla tanınan film aynı zamanda ABD Ulusal Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilen bir yapımdır. Ünlü oyuncu Charles Chaplin filmin yapımcısı, senaryo yazarı, yönetmeni ve başrol oyuncusudur. Modern Zamanlar, aynı zamanda Chaplin’in ilk kez 1914 yılında yarattı-ğı “Şarlo” tiplemesini perdeye taşıdığı son filmdir. 1930’lu yıllarda başta ABD’yi sonrasında tüm dünyayı etkileyen “Büyük Ekonomik Buhran” sı-rasında bozulan ekonomik ve toplumsal koşulları, artan işsizlik sorununu dile getiren filmde; büyük makineler arasında kaybolan işçiler, üretim sürecinin devamı için makinelerin birer parçası haline dönüşmüş olarak yansıtılır. Otomasyon ve uzmanlaş-manın söz konusu olduğu modern üretim sürecinde aslında hiç kimse tam olarak ne yaptığını, neyi üretti-ğini bilmiyordur. Büyük dev çarkların arasında sıkışan Chaplin de, çarkın bir parçasına dönüşmüştür. Modern Zamanlar filminde, uzmanlaşmaya dayalı üretim koşullarında tekdüzeleşen ve kendi hayatına yabancılaşan insanın bunalımının yanında; teknoloji karşısında tutunabilecek bazı değerlerin olduğu vurgulanır. Bir yandan makinelerin yol açtığı refah, gelişme, iş yapma biçimlerindeki kolaylıklar terk edilemeyecek bir fayda üretirken öte yandan makineleşme; yabancılaş-ma, otomasyon, stres, zaman baskısı gibi olumsuz etkileri de beraberinde getirir. Çözümün anahtarı ise, makinelerin işin içine insanın mutluluğu ile birlikte dahil edildiği, insani değer taşıyan üretim modellerin geliştirilmesidir.

 

 

METROPOLIS (1927)
Sessiz sinema döneminin en önemli yönetmenlerinden biri olan Alman sinemacı Fritz Lang’ın başyapıtı olan film; distopik türlerin ilk örneklerinden sayılmakla beraber, zamanının en iyi bilimkurgu filmidir. Sermaye ve emek ilişkisi çerçevesinde ilerleyen filmdeki hayali ülke; yeraltında makinelerle birlikte yaşayan sınıf ve yeryüzünde daha konforlu bir yaşam süren yönetici sınıf olarak ikiye ayrılmıştır. Lang bu bölünmüş toplumsal yapıyı, insanı bir aşktan yola çıkarak, uzlaştırmaya çalışır. Filmin en önemli özelliği ilk defa insan şeklinde bir makinenin yani bir robotun ilk defa beyaz perdede boy göstermesidir. Çılgın bir bilim adamı tarafından üretilen bu robot sayesinde yöneticiler artık insana gerek duymadan üretim sürecini yönetmek ister. Fritz Lang’ın filmde kullandığı robotlar, dev makineler ve diğer mimari detaylar, filmin kült bilimkurgular içerisinde ilk sıralarda yer almasını sağlamıştır. Tüm zamanların en başarılı bilim kurgu filmlerinden biri olarak kabul edilen Metropolis; endüstri çağının etkisini iyiden iyiye gösterdiği ve silahlanmanın hız kazandığı bir dönemde çekilmiş ve sık sık vurgulanan “üreten eller ile planlayan beyin arasındaki aracı kalp olmalıdır” sözüyle hafızlara kazınmış bir yapımdır.

2001: A SPACE ODYSSEY (1968)
Senaryosu yönetmen Stanley Kubrick ve ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke tarafından kaleme alınan film; insan evrimi, teknoloji, yapay zeka konuları etrafında bir grup bilim insanının Ay’a seyahatini anlatır. Film bilimsel gerçekliği, öncü görsel efektleri, provakatif belirsizliği ve içerdiği gerçeküstü betimleme teknikleriyle hala ilgi çeken bir yapım olma özelliğini korur. Türkiye’de gösterildiği adıyla 2001-Uzay Yolu Macerası teknik üstünlükleri, görsel ve işitsel mükemmelliği bir yana, ortaya attığı; soyut düşünme, icad etme, düşünen varlığın canlı kabul edilip edilemeyeceği ve buna bağlı olarak yaşama hakkı olup olmadığı sorularına getirdiği yanıtlarla da ilgi çeker. İnsanlığın doğuşu ve bugün ulaştığı teknolojik ve bilimsel seviyeye göndermelerde bulunan film 1968 yapımıdır.

ALPHAVILLE (1965)
Jean-Luc Godard’ın 1965 yılında siyah beyaz çektiği film, yönetmenin filmografisinde önemli ve ilginç bir film olarak yer alır. Amerikalı Dedektif Lemmy Caution başka bir gezegenin başkenti olan Aphaville’e, başkana suikast düzenlemek için gönderilir. Başkente geldiği sırada tanıştığı güzel bir genç kıza aşık olması, dedektifin görevini gerçekleştirmeye çalı-şırken önüne bir çok engel çıkarır. Çünkü ülkenin başkanı Alpha 60 isimli bir robottur. Robotu tasarlayan kişi ise dedektifin aşık olduğu genç kızın babasıdır. Bilim kurgu, distopya ve kara film özelliklerini birleştiren film; her şeyin matematiksel bir mantıkla tanımlandığı, şaşmaz bir kesinliğin ve doğruluğun hüküm sürdüğü bir dünyayı, bu kurgusal dünyadaki tek akıldışı şeyin ise aşk olduğunu izleyiciye anlatır. Hollywood klişelerinden sıyrılarak; ışın kılıçları, uzaylılar, zamanda yolculuk gibi basmakalıp sembolleri kullanmaksızın, bilim kurguyu günlük hayatın içine yerleştiren film ayrıca robotlaşma kavramına da farklı bir bakış açısı getirir.