İKTİSAT ÖĞRETİSİNİN KURUCUSU OLAN ADAM SMİTH’İN KİTABINI YAZDIĞI YILLARDA DÜNYANIN EN ZENGİN ÜLKESİ EN FAKİR OLANA GÖRE DÖRT KAT DAHA REFAH İÇİNDEYDİ. 2010’DA İSE DÜNYANIN EN ZENGİN ÜLKESİ İLE EN FAKİR ÜLKESİNİN KİŞİ BAŞINA DÜŞEN MİLLİ GELİRİ ARASINDAKİ FARK, SATIN ALMA GÜCÜNE GÖRE, 145 KATA ÇIKTI. YANİ, BUGÜNE KADAR ZENGİN ÜLKELERİN BÜYÜME TRENDLERİ YOKSUL OLANLARA GÖRE HEP DAHA FAZLA ARTTI. DÜNYADA ZENGİN İLE FAKİR ARASINDAKİ FARK AÇILMAYA DEVAM EDERKEN, TÜM DÜNYADAKİ BAKIŞ AÇISI DA “KAZANANLAR KULÜBÜNDE” NASIL YER ALINACAĞI ÜZERİNE ŞEKİLLENİYOR.

Dünyanın “kazananlar kulübüne” nasıl üye olacağız? Aslında basit bir hesapla bunu belirleyebiliriz. Türkiye, ortalama yüzde 4 büyürse, 17,3 yıl sonra gelirini iki katına çıkarabiliyor; yüzde 5 büyürse 13,8 yıl sonra iki kat gelire ulaşıyor. Yani, büyüme hızını yüzde 4’ten yüzde 5’e çıkarmak, Türkiye’ye tam 3,5 yıl kazandırıyor. Başka bir örnek daha verelim: Her neslin 25 yıl aralıklarla yinelendiğini varsayarsak, bu sürede Türkiye yüzde 4 büyürse, babadan çocuğa geçerken -bir nesil sonrasındaTürkiye için gelir ortalama yüzde 167 artış gösterir. Aynı dönemde Türkiye yüzde 5 büyürse, bir nesilden diğerine geçerken gelir artışı yüzde 240 olacaktır. İşte tam da bu yüzden, ülkeler için 1 puanlık büyüme farkı çok önemli farklar yaratabilir. Peki, daha çok büyümek için daha çok mu çalışmalıyız? Biz, ekonomik anlamda büyümek için Türkiye olarak zamanımızın önemli bir kısmını çalışmaya ayırıyoruz. Avrupa ülkelerinde tam ve yarım zamanlı işlerde çalışan başına • 72 ortalama haftalık gerçek çalışma süresi verileri karşılaştırıldığında Türkiye, Eurostat 2023 yılı verilerine göre, 44,2 saat ile listenin en tepesinde, ortalama 41,7 saat çalışan Sırbistan’ın bir üstünde yer alıyor. Listede en az çalışma süresine sahip Hollanda’nın 32,2 saatlik, Avrupa Birliği’nin ise 36,1 saatlik ortalama çalışma süresi gösterdiği hesaba katıldığında, Türk işçisi AB ortalamasından 8 saat 12 dakika, Hollanda’dan ise 12 saat daha fazla çalışıyor. Geçmiş yazılarımda da değinmiştim; Türk halkı çalışmayı kamusal olarak değil ama daha mikro düzeyde kişisel bağlar açısından önemsiyor fakat bireysel olarak daha az çalışmayı, daha fazla serbest saate sahip olmayı da yeğliyor. Sosyolojik olarak bu taleplere tezat bir şekilde, Türkiye’de çalışanlar hafta başı saat bazında Avrupa ortalamasından çok daha uzun saatler çalışıyor. Bununla birlikte, 2021 yılında ülkelere göre avro bazında saatlik gelirler gözlemlendiğinde, Türkiye’nin saatte 3,99 avro ile listenin alt sıralarında olduğunu; Türkiye’nin hemen altında, tıpkı kendisi gibi uzun haftalık çalışma süreleri gösteren Sırbistan, Bulgaristan gibi ülkelerin yer aldığını görüyoruz. Bu durum, daha önce gözlemlediğimiz tezatlığı yani Türk halkının çalışmayı önemli bulup üretime katılmaya yönelik isteksizliğini çok daha net bir şekilde açıklıyor. Türk işçisinin elde ettiği gelirin, harcadığı zaman/emek düşünüldüğünde yetersiz kalması ve bu nedenle Türkiye’de insanların çalışmaya karşı tutarsız bir davranış geliştirdiği; bu sosyoekonomik tutumun ise çalışma kültürünü “verimsiz” bir yöne itelediği söylenebilir. O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ekonomimizin teknolojik düzeyinin yükselmesi ve üretimin katma değerinin artması yalnızca Türkiye’de ekonomik büyüme ile sonuçlanmayacak. Bu, aynı zamanda ülkemizdeki verimsiz çalışma kültürünü de değiştirecek; daha kısa sürelerle çalışmak isteyen insanımızın bu isteğini gerçekleştirebileceği bir ortam yaratılacak. Ekonomik büyüme ve buna etki eden unsurları bir arada gösteren Dünya Rekabetçilik Endeksi’nin temel göstergeleri ise bahsettiğimiz bu çalışma ortamını yaratma noktasında Türkiye’nin eksikliklerini görme açısından bizlere önemli ipuçları sunuyor. Türkiye’nin sıralamasını gösteren Tablo 1’de, son beş yılda Türkiye’nin ekonomik performansını yükseltmesine rağmen büyümenin bileşenleri olan diğer göstergelerde aynı performansı gösteremediğini anlıyoruz. Üstelik Tablo 1, yalnızca kamunun değil aynı zamanda özel sektörün de istenilen verimlilik düzeyinden uzaklaştığını bize söylüyor. İşte bu noktada, verimlilik kavramının neden tüm sistemlerin, yönetimlerin merkezinde olması gerektiğini bir kez daha anlıyoruz. Verimli olmayan bir iş gücü piyasasında insanlar yetenek setlerine göre değil sistemin kendisine dayattığı işlere talip olurlar. Verimli olanları ödüllendirmeyen bir vergi sistemi, aslında pazarda olmaması gereken firmaların ayakta kalmasına imkân tanır. Firmaları verimli olmaya zorlamayan bir rekabet piyasası ise kendinden beklenen faydayı doğuramaz. Oysa Ar-Ge ve yenilikçilik kültürünün temelinde, verimliliği artırma arzusu yatar. Piyasa, Pazar ve sistemin kendisi sizi bu yöne itmezse; teknoloji ve yenilikçilik gibi kavramlar ya tesadüflere kalır ya da birinin istemesine bakar. Bu noktada verilecek kamusal destekler ve teşviklerse aslında yan unsurlar olup verimliliği doğal yoldan zorunlu kılan pazar bileşenlerini desteklemenin ötesine geçemezler.