100 YIL ÖNCE CUMHURİYET İLAN EDİLDİĞİNDE, ELDE SADECE KISITLI VE YARI ÇALIŞIR BİRKAÇ SANAYİ TESİSİ VARDI. ÖZEL SANAYİ KURULUŞLARININ NEREDEYSE TÜMÜ AZINLIKLARA VE YABANCILARA AİT OLDUĞUNDAN, KURTULUŞ SAVAŞI VE BÜYÜK MÜBADELE SONRASINDA ATÖLYE VE FABRİKALAR TERK EDİLMİŞTİ. “TOPLU İĞNENİN BİLE DIŞARIDAN GELDİĞİ” O GÜNLERDEN BUGÜNLERE BÜYÜK MÜCADELELERLE GELİNDİ. TÜRKİYE’NİN MAKİNELEŞMESİNİ VE MAKİNE SEKTÖRÜNDEKİ UZUN YOLCULUĞUNU YENİDEN HATIRLAMAK İSTER MİSİNİZ?

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılını kutladığımız bugünlerde, bir asırlık geçmişin izlerini, bir asra sığan yolculuğun köşe başlarını yeniden hatırlamak da gerekiyor.Bu amaçla, ilelebet sürecek Cumhuriyetimizin 100’üncü yılında, makine sektöründeki atılım serüvenini de bir kez daha anımsatmanın önemli olduğuna inanıyor; Türk makine sektörünün tarihini ortaya koyan eserlerden derlediğimiz bu içeriğin, tüm Moment Expo okurları ve makine sektörümüz için bir tarih belgesinden çok yol gösterici olmasını arzuluyoruz. GEÇMİŞİ BİLMEYEN GELECEĞİNEYÖN VEREMEZ!2014’te yayımlanmaya başlayan “Makine Hikayeleri” kitap serisi, bu konudaki en güçlü kaynak olmayı sürdürüyor. Geçtiğimiz yıl şubat ayında yayımlanan “Makine Hikayeleri 50+ 6. Kitap” ile Türk makine sektörünün tarihsel yolculuğunu anlatmaya devam eden bu seride, bugün halen üretim yapan ve en az yarım asırdır faaliyette olan firmaların kişisel hikâyelerine odaklanırken, satır aralarında ise Cumhuriyetten bugüne yaşanan zorluklar ve elde edilen başarı öykülerini de okuyabilirsiniz. Makine Hikayeleri serisi, aslen şu cümlelerle başlıyor: “Cumhuriyet ilan edildiğinde, elde sadece un değirmenleri, sayıları gitgide azalmış halı ve dokuma tezgâhları, küçük madeni eşya atölyeleri, bir de Osmanlı’nın devlet fabrikalarından Beykoz Deri Fabrikası, Feshane, Cibali Tütün Fabrikası gibi yarı çalışır durumda birkaç tesis vardı. Küçük ölçekli de olsa, kayda değer özel sanayi kuruluşlarının neredeyse tümü azınlıklara ve yabancılara ait olduğundan, Kurtuluş Savaşı ve Büyük Mübadele sonrasında atölye ve fabrikalar terk edilmişti. Çok tekrarlanan deyişle: ‘toplu iğnenin bile dışarıdan geldiği’, sanayinin çarklarının dönmez olduğu o günlerden bugünlere büyük mücadelelerle gelindi. Ancak bu nasıl oldu? Nerelerde sıçrandı, nerelerde tökezlendi? Neler başarıldı, neler başarılamadı? Bu uzun yürüyüşün uğrakları, olayları, düşünceleri, politikaları, tartışmaları, umut ve hayal kırıklıkları, heyecanları ve hesapları nelerdi? 1920’lerde zorunluluk ve el yordamıyla bir arayış, 1930’larda bir kuşağın modernleşme ve yeni bir ulus yaratma projesinin odağıydı; özel sektör ancak 1950’li yıllardan sonra çarkların başına geçti. Bunlar, devletçi elbisenin çıkarılması hamleleriydi. 1980 sonrasında değişen dünya ve Türkiye koşullarında özel sektör çok önemli ilerleme sağladı.” Dilerseniz gelin, bu kutlu 100 yılın içerisindeki “Makine Hikâyelerini” ana hatlarıyla yeniden hatırlayalım... 

GENÇ CUMHURİYETİN SANAYİLEŞMESİHİÇ KOLAY OLMADI

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde, Osmanlı’dan devredilen sanayi tesislerinin hemen hepsi eski ve bakımsızlık sonucu fazla bir değer taşımayan yapılar halindeydi. Bu nedenle de Cumhuriyetin ilk yıllarında öncelik, mecburen halkın zorunlu ihtiyacı olan tüketim mallarının imal edileceği sanayi tesislerinin kurulmasına verilmiştir. Bu maksatla şeker, çimento ve daha sonra da demir-çelik tesisleri kurulurken, burada ileri bir görüşlülük de yapılmış ve tesisler bünyesinde, bu fabrikaların makinelerinin bakım onarım ve yenilenmesini yapacak donanımlı atölyeler de kurulmuştur. Bu atölyeler zamanla, fabrikaların bünyesinde bulunan değerli mühendislerin katkılarıyla geliştirilmiş, şeker ve çimento fabrikalarının ihtiyacı olan birçok makineyi de imal edecek yeterliliğe sahip olmuştur. Bu dönemde, ilk sanayi atılımları yapılırken, bir yandan da ülkede ulaşım imkânlarının geliştirilmesi politikası yürütülmüş ve öncelikle demir yolu şebekesinin yenilenmesi ve yeni hatların açılması için yatırımlar yapılmıştır. Bu yatırımlar yapılırken, yine ileri görüşlülükle, 1894 yılında kurulan demir yolu araçları onarım tesisi de geliştirilmiş ve diğer bazı illerde benzeri tesisler “cer atölyeleri” adı altında kurulmuştur. Bu tesisler, ilerleyen yıllarda önce vagon, daha sonra da lokomotif imal edecek şekilde geliştirilecektir. Sanayileşme çabalarının gündeme getirildiği ve Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye’de kişi başına milli gelir sadece 45 dolardı. Yapılan yatırımların hemen tamamı devletin sınırlı öz kaynaklarıyla gerçekleştirilirken, imkânların sınırlı olduğu bu dönemde bugün değeri ölçülemeyecek yatırımların yapıldığını da görüyoruz. Örneğin 1925 yılında, Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra uçak sanayisi kurulması yönünde ilk adımlar atılmaya başlanmıştı. Uzun yıllar uçak imal eden bu fabrika, çeşitli güçlükler yaşamasına, zaman zaman kapanmasına rağmen faaliyetini İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar devam ettirdi. Hatta kimi Avrupa ülkelerine uçak ihracatı bile yapıldı. Ancak savaş sonrası ordunun ihtiyacı olan uçakların dış yardımlarla sağlanması ve bedelsiz gerçekleşmesi, bu değerli yatırım ne yazık ki sonlandırılmıştır. Diğer yandan, özel girişimcilerin elinde yeterli sermaye bulunmaması nedeniyle sanayi yatırımı yapamamaları, iç pazarın sınırlı olması, ithalata karşı koruyucu önlemlerin olmayışı sonucu genç Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, makine imalatının, kamu kurumları bünyesindeki tesislerle sınırlı kaldığını, bazı tarım makineleri imalatı dâhil olmak üzere makine imalatı için özel sektör elindeki kuruluşların atölye yapısının ilerisine pek geçemediğini de görüyoruz. 

BÜYÜK BUHRAN SONRASINDA,YAVAŞ ANCAK EMİN ADIMLAR ATILIYOR

 Sanayileşme sürecinde önemli adımların atıldığı bu dönem, iki alt dönemde incelenebilir. 1929-1932 arası devletin sanayici kimliğiyle henüz devreye girmediği dönemdir; 1932 sonrası ise “sanayide devletçilik” dönemini simgeler. 1929 yılının sonuna gelindiğinde ödemeler dengesinde yaşanan bunalım ve 1929 Küresel Buhranın yaratacağı olumsuzluklar, bir önceki dönemde izlenen liberal dış ticaret politikasının yerine korumacı önlemler almayı gerektiriyordu. 1929 Küresel Buhranı ile dünya ticaret hacmi daraldı, krizin Türkiye’ye yansıması ise tarım ürünleri ihracatının azalması ve ürünlerin iç fiyatlarının önemli ölçüde düşmesi şeklinde gerçekleşti. Tarım ürünlerinden buğdayın fiyatının düşmesi, sanayici için ücretlerin düşmesi anlamı da taşıyordu. Çünkü buğday, işçinin ve ailesinin yeniden üretimini karşılayan temel mallardan en önemlisiydi ve düşük fiyatlı buğday, düşük ücret anlamına da geliyordu. Tarımsal girdi kullanan dokuma ve gıda sanayicileri 
---------------------------------------------------------------------------------------------------------

“DEVRALDIĞIMIZ MİRAS HAYALLERİMİZİ GERÇEĞE TAŞIYACAKTIR”

 “Cumhuriyetimizin kurucuları kendilerinden önceki yüzyıldan devraldıkları sosyal ve kültürel mirası yeniden yorumlayarak ve yaşadıkları çağın ötesinde bir vizyon katarak, ülkemizin sınırlı kaynaklarını başarılı bir sanayileş-me hamlesinin temeline dönüştür-düler. Sanayi yatırımlarıyla teşvik edilen özel sermaye birikiminin, ölçek ekonomisiyle verimliliğe dönüştürmeye çalışılan Kamuİktisadi Teşebbüslerinin ve modern iş dünyamızın doğuşuna öncülük ettiler. Peşlerinden gelen her nesil, Cumhuriyet değerleri ve ilkeleri ışığında, bu temelin üzerinde yükselen sanayi tarihimi-ze yeni ve sağlam tuğlalar eklediler. Özel teşebbüsler kamu öncülüğünde yerli ve milli sanayimizin gelişimi için çalışırken, sanayicilerimiz ihtiyaç duydukları tesislerin kurulumunda daima makine sektöründe faaliyet gösteren işletmelerden güç aldılar. Türkiye’de farklı ölçeklerdeki sanayi işletmelerinin sermaye yapılarının ötesinde bir rekabet gücüne erişebilmesinde, azimle edinilen bilgi ve deneyimle yurt içinde birlikte geliştirdiğimiz teknik ve mühendisliğin, evvela da makineciliğin büyük bir payı oldu. Bu kültürü ikinci yüzyıla taşıma vazifesini üstlenen makineciler olarak; hep beraber adım adım geliştirdiğimiz deneyimin gerisinde, bugün başta Avrupa olmak üzere dünya genelinde saygı gören işletmelerimizi kuran, kendi şartları ve kapasiteleri içinde örgütlenme çalışmalarını yürüten ve bu alandaki görevlerini zamanla gönül rahatlığı içinde bizlere emanet eden büyüklerimiz olduğunu biliriz. Makine sanayicilerimizin Türkiye’nin kalkınmasında stratejik bir konumda olan sektörümüze nasıl tutkuyla bağlandıklarına, işlerine aileleri kadar sahip çıkarak sektörü bugüne nasıl taşıdıklarına da şahidiz. Türkiye’nin Makinecileri olarak; Cumhuriyetin yeni yüzyılında hayallerimizi gerçeğe taşıyacak, bizi dünyayla rekabet eden ve refahı tabana yaygın bir toplum kılacak gücü ve inancı bu mirasta görüyoruz. Ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün aklı, bilimi ve rasyonel düşünceyi merkeze alan düşünce dünyasında, her an ihtiyaç duyduğumuz umut ve kararlılığı buluyoruz. Geride bıraktığımız yüz yılda çok büyük işler başardık, bu ışığı geleceğe taşıyan çalışma kollarından biri olduğumuz için de sektörümüzle gurur duyuyoruz. Cumhuriyetin yeni yüzyılını coşku, mutluluk ve heyecanla kutlarım.” 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

MAKİNE SEKTÖRÜNÜN GECELEK 100 YILINDA NELER BEKLENEBİLİR?

 Teknolojindeki yenilik hızı artık çok hızlı. Diğer yandan, dünyanın ekolojik geleceği için acil atılması gereken adımlar olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla sanayinin ve makine sektörünün geleceğini şimdiden öngörmek zor olsa da üç temel başlık ve onların alt kırılımlarında gelecek 100 yılda bizi nelerin beklediğini söyleyebiliriz. İKİZ DÖNÜŞÜM İklimdeki değişim artık bir gerçek. Atmosferi sera gazları ile kirletmeyi durduramazsak, geleceğimiz hiç de parlak olmayacak. Bu nedenle karbon nötr çabaları tüm dünyada ve tüm imalat sektörlerinde ilk öncelik olmuş durumda. Dolaysıyla, karbon salımını asgariye indirecek maki-ne ve üretim yöntemlerine olan ihtiyaç da hızla artıyor. Önümüzdeki on yıllarda, makine imalatçılarından, çevreci inovatif girişimleri destekleyerek bütün sektörlerin rekabetçiliğini artıracak yeni çözümler ortaya çıkarmaları beklenecek. Daha az ham madde ve enerji sarf ederek daha çok iş ve üretim yapan yöntemler geliştirmek, emisyonu, firesi, atığı düşük makine ve tesisler tasarlamak, yeşil enerji üretimiyle ilgili yeni teknoloji ve sistemler ortaya çıkarmak hedefinin, gelecek yüzyılın merkezinde olacağını şimdiden söyleyebiliriz.Diğer yandan, ikiz dönüşümün diğer ayağı olan dijital dönüşüm de aslında hiç bitmeyecek bir süreci ifade ediyor. Çünkü teknolojinin hızı asla yavaşlamıyor. Geçen birkaç on yılda internet ile tanışmışken, artık makinelerin birbirleriyle haberleşmesinden, karanlık fabrikalardan söz ediyoruz. Gerçek zamanlı veri toplama ve büyük veri analiziyle birlikte dijitalleşmenin hızı ve kapsamı da artacaktır. Bu bağlanabilirlik ise kestirimci bakım, daha iyi kaynak tahsisi ve operasyonların genel optimizasyonunu da sağlayacaktır. YAPAY ZEKÂ Sensörlerin ve veri toplama mekanizmalarının yaygınlaşmasıyla birlikte makineler çok büyük miktarlarda veri üretebilecekler. Gelişmiş analitik ve yapay zekâ, bu verilerden değerli iç görüler elde etmek için kullanılabilecek, bu durum ise bilinçli kararlar alınmasına, bakım ihtiyaçlarının tahmin edilmesine ve genel performansın iyileştirilmesine yardımcı olacak. MİKROÇİP TEKNOLOJİSİ Daha küçük, güçlü ve enerji verimli mikroçip teknolojileri, makinelerin daha akıllı ve taşınabilir olmasını sağlayacak. KUANTUM BİLGİSAYARLAR Kuantum bilgisayarların gelişmesi, karmaşık simülasyonları ve veri analizini hızlandıracak; bu da makinelerin tasarımı ve performans iyileştirilmesinde büyük bir atılım sağlayacak. DİJİTAL İKİZLER Makinelerin dijital ikizleri, gerçek dünyadaki makinelerin sanal birer kopyasıdır. Bu dijital ikizler, bakım ve performans izlemesi gibi alanlarda daha fazla kullanılacak ve önleyici bakım gibi faaliyetlerle büyük performans artışları gerçekleşecek. OTOMASYON VE ROBOTİK Makine sektörünün otomasyon ve robotik alanında da büyümeye devam etmesi bekleniyor. İmalat, tarım, lojistik ve inşaat gibi sektörlerde, tekrarlayan ve tehlikeli veya yüksek hassasiyet gerektiren görevler için robotik sistemler giderek daha yaygın hale gelecek. Bu durum verimliliğin artmasını, iş gücü maliyetlerinin düşmesini ve güvenliğin artmasını da sağlayacak.İNSAN-MAKİNE İŞ BİRLİĞİ Otomasyon artacak olsa da insan müdahalesine ihtiyaç duyulmaya devam edilecek. İnsan-makine iş birliği daha yaygın hale gelecek, özellikle yaratıcılık, karmaşık karar verme ve uyum yeteneği gerektiren görevlerde insanlar makineleri denetleyecek ve makinelerle birlikte çalışacak.SİBER GÜVENLİK ZORLUKLARI Artan bağlanabilirlik ve dijitalleşmeyle birlikte, makine sektörü de artan siber güvenlik riskleriyle karşı karşıya kalacak. Makine ve ekipmanların siber tehditlerden korunması, kesintisiz operasyonların sağlanması için çok önemli bir hale gelecek. SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK Sürdürülebilirlik başlığı altında bugüne kadar en yaygın kullanılan kavramlar sıfır atık ve geri dönüşümdü. Bu kavramların uygulamaya geçtiği sisteme ise Döngüsel Ekonomik Sistem deniliyor. En yalın haliyle döngüsellikten kastedilen; bir ürünün üretim ve kullanım süresi dikkate alınarak, daha az malzeme ve enerji kullanarak, ürün yaşam süresi sonunda geri kazanımlarla malzemeyi tekrar üretim döngüsüne dâhil etmektir. Bu şekilde en az atık (sıfır atık hedefi) üreten bir sistem ortaya çıkar. Döngüselliğin karşıtı ise doğrusal ekonomik sistemdir ve bu sistemde ana unsur ürünün sadece piyasaya sunulmasıdır. Birleşmiş Milletler SKA’larında ve AB Yeşil Mutabakatı metninin odağında da döngüsellik vardır. Döngüsel ekonomik sistem; üretim ve ürün yaşam süresi arasında kurulan direkt ilişkiden dolayı, sürdürülebilirlik yaklaşımları içinde özel bir yere sahiptir. Her bir kaynağın, malzemenin, enerjinin uygun ve verimli kullanımı ilkesi, bu sistemin ana unsurlarındandır. Makine sektörü açısından da döngüsel ekonomik sistem önemli avantajlar sunar. Özellikle son yıllarda tedarik zincirlerinde yaşanan sorunlar, malzeme temini açısından bu modellemenin önemini artırmıştır. Döngüsel ekonomik sistem özetle, “tekrar kullan, tekrar değerlendir, temiz enerji, temiz çevre, insanca yaşam, uzun ürün ömrü ve sıfır atık hedefi” gibi temel amaçlar üzerine kurgulanmıştır. Bu amaçlara gerçek anlamda uyulduğunda, sürdürülebilirlik hedeflerine de ulaşılması mümkün olacaktır. Özetle sürdürülebilirlik, kaynakların azaldığı ve ihtiyaçların arttığı ekosistemler için önemli bir gereksinim olmaya devam edecektir. İŞ GÜCÜ DEĞİŞİMLERİ Gelecekte, makine sektöründe çalışanların beceri gereksinimleri de değişecek. Yaratıcı düşünme, makinelerin programlanması ve bakımı gibi beceriler daha fazla talep edilecekken, tekrarlayan işler otomasyona terk edilecek. ÇEVRE DOSTU TEKNOLOJİLER Sürdürülebilirlik ve çevresel faktörler daha da önemli hale gelecektir. Makinelerin enerji verimliliği ve çevre dostu üretim teknikleri aralıksız gelişim gösterecektir. KATMANLI ÜRETİM 3D baskı gibi katmanlı üretim teknolojileri hızlı prototipleme, özelleştirme ve yerelleştirilmiş üretim sağlayarak sektörü etkileyecek. Bu da malzeme israfının azalmasına ve tedarik zinciri verimliliğine yol açacak. GELİŞMİŞ MALZEMELER Sektör, gelişmiş özellikler sunan gelişmiş malzemelerin benimsenmesine tanık olacak. Bu malzemeler daha verimli ve daha uzun ömürlü makinelerin ortaya çıkmasını sağlayacak. MEVZUAT VE UYUMLULUK DEĞİŞİKLİKLERİBugünlerde tüm imalat sektörleri, kapsamlı ve ardı arkası kesilmeyen mevzuat değişikliği tsunamisine kapılmış durumda. Kaynaklar azalırken teknoloji gelişmeye devam ettikçe iklim, emisyonlar, siber güvenlik ve veri gizliliğiyle ilgili düzenlemelerde değişikliğe gidilmesi de kaçınılmaz olacak. Makine sektörünün de bu mevzuat değişikliklerine uyum sağlaması gerekecek. ise düşen fiyatlar nedeniyle ucuz girdi sağlama olanağı elde etmişti.Kısacası bu dönemde yatırım yapacak olan sanayici, Teşvik-i Sanayi Kanunu gereğince gümrüksüz girdi ithali olanağından yararlanabilecek düşük fiyatlı tarım mallarını girdi olarak kullanacak, düşük işçi ücretleriyle mal üretip yüksek gümrüklerle dış rekabetten korunan pazarda yine Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun sağladığı olanaklarla mal satabilecekti. Girişimciler bu olanakları son sınırına kadar kullandı ve 1930-1932 döneminde önemli bir büyüme gerçekleşti. Tarımdaki göreceli durgunluktan ötürü, GSYİH’nin durgunluk gösterdiği bu yıllarda sanayinin yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 13,6’ya ulaştı. 1932 yılı temmuz ayından itibarense, bir dizi yeni iktisat politikası ve araçlarıyla devlet işletmelerinin öncülüğünü yapacağı bir sanayileşme hareketine girişildi. Önce, dış ticarette koruma önlemleri artırıldı ve korumanın sağladığı himaye rantının daha çok devlette toplanmasını sağlayacak düzenlemeler yapıldı. Ardından, izlenecek ithal ikameci sanayileşme stratejisinin öncülüğünü yapacak kamu sektörünün yatırım programını belirleyen “Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı” hazırlandı. Planda; yurt içinde üretilmesi düşünülen sanayi ürünlerinin, 1928-1932 yıllarında ithalatın yüzde 43’ünü oluşturduğu belirtilerek, “Birinci Sanayileşme Planı bizi umumi ithalatımızın asgari yüzde 25 ila yüzde 30’undan müstağni bırakmak vazifesini üzerine almış bulunmaktadır.” denilerek, izlenecek sanayileşme stratejisinin ithal ikameci niteliği vurgulandı. Planda, temelde kamu sektörünün sanayi hedeflerini belirlemekle birlikte, Türkiye İş Bankası aracılığıyla yapılacak yatırım hedef ve politikalarına da yer veriliyordu. Planı uygulama görevini alan Sümerbank, bünyesinde çok sayıda devlet işletmesi kurarak işe başladı. Ayrıca, gerçekleştirilen millileştirmelerle geniş bir kamu sektörü ortaya çıktı. Dönemin sonunda plan hedeflerinin büyük ölçüde gerçekleştirildiği de görülecekti. Bu dönemde sanayi yatırımları ağırlıkla dokuma, şeker gibi temel tüketim malları üretiminde yoğunlaşmışsada ara ve yatırım malları üretimine de dörtte bir oranında ağırlık verilmişti. Ara ve yatırım malları üretimi kömür, demir-çelik, kâğıt sanayilerinde gerçekleştirilirken, sanayi üretimi 1936’ya kadar yüzde 2,7 oranında artış gösterdi. 1936’dan sonra gelişme hızlandı, katma değerin yıllık artış oranı 1937’de yüzde 9,8, 1938’de yüzde 16,9 ve 1939’da yüzde 17 olarak gerçekleşti. İmalat sanayisinin GSYİH’deki payı da artarak cari fiyatlarla 1933’te yüzde 13,5’e, 1939’da yüzde 14,7’ye çıktı. Böylece, korumacı dış ticaret politikasının ardından uygulanan ithal ikameci sanayileşme süreci sonucunda belli sanayi kollarında üretim arttı; ithal kısıtlamalarının etkisiyle dış ticaret açıkları da kapatıldı. Dönem boyunca ekonominin lokomotifliğini kamu sektörünün üstlenmiş olması, özel sermayenin dışlandığı anlamına gelmiyordu. Tersine, bu dönemde gerek ticarette gerekse sanayide özel sermayenin varlığı ve gelişmesi gözetilmeye devam edildi. Sanayicilere büyük olanaklar sağlayan Teşvik-i Sanayi Kanunu, 1942 yılına kadar yürürlükte kaldı. Dönem boyunca izlenen ekonomi politikasının sonucu olarak gerek himaye rantı gerek iç ticaret hadlerindeki değişmelerle ortaya çıkan kaynak, kamu ile özel sermaye arasında paylaşıldı. Kamu sektörünün özel sektörle rekabet değil, tamamlayıcılık ilişkileri içinde bulunduğu bir alan, dönem boyunca var olmaya devam etti. Özel sermaye; gerek devlet işletmelerine girdi sağlayarak ya da devlet işletmelerinin ürettiği girdileri kullanıp mamul mal üreterek, gerek devlet yatırımlarının ihalelerini alıp müteahhitlik hizmetinde bulunarak, gerekse de kamu sektörü öncülüğünde sürdürülen sanayileşmenin yarattığı iş hacminden doğan pek çoğu aracılık gerektiren işleri üstlenerek önemli ölçüde sermaye birikimi sağladı. 


DÜNYA SAVAŞI SONRASI DEĞİŞİM HIZLANDI

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle ABD’de sermaye birikiminin vardığı düzey, kapalı kapılar sisteminin yıkılmasını, sermayenin uluslararası ölçekte kendisini yeniden üretmesini engelleyen öğelerin kaldırılmasını gerektiriyordu. Sistemin büyük gücü ABD, uzun vadeli çıkarlarını da hesaba katarak, bir yandan savaş enkazı altındaki Avrupa ekonomisini canlandırıcı, bir taraftan da uluslararası yeni iş bölümü bağlamında “az gelişmiş” ülkelerde sanayileşmeyi geliştirici politikalar saptadı. Savaş sonrasının uluslararası iş bölümü, sermaye yoğun tekniklerle çalışan, emek gücü verimliliği yüksek sanayi dallarının metropollerde; emek yoğun tekniklerle çalışan, emek gücü verimliliği düşük sanayi dallarının ise süreç içinde “az gelişmiş” ülkelere kaydırılmasını öngörüyordu. Böylece, belli bir süreç içinde bağımlı ülkelerde geliştirilecek sanayilerin kullanacakları makineve teçhizat ile ara malları metropollerdeki sanayilerden karşılanırken, bağımlı ülkelere yapılan sermaye ihracı sadece kredilerle değil, yabancı sermaye yatırımlarıyla da sanayi sektöründe yoğunlaşmaya başladı. Belirlenen bu stratejiyi uygulayacak uluslararası kurumların oluşturulmasının ilk adımı ise 1944’te 44 ülkenin katılımıyla toplanan Bretton Woods Konferansı’ndaatıldı. Konferansta, savaş sonrası ekonomik düzenin iki temel kurumu IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması önerilirken, Türkiye de bu yıllarda Bretton Woods Anlaşması’nı kabul ederek savaş sonrasında uluslararası liberal sistem içinde yer alacağının ilk sinyalini vermişti. Bu çerçevede, Türkiye’nin 1945’ten sonra izleyeceği ekonomik ve siyasi politikaları belirleyecek plan ve programlarda savunulan görüşlerin ortak özelliklerinden birisi, belli ölçüde sermaye birikimine ulaşmış özel kesimin sanayi yatırımlarına yöneliş eğilimlerinin desteklenmesi, devletinse altyapı yatırımları ile ucuz girdi üretecek sanayilerde yoğunlaşmasıydı. Bu dönemde öne çıkan bir diğer görüş ise yabancı sermayeyi teşvik edici önlemlerin alınması olmuştu. Sanayileşme yönünde atılan bir diğer önemli adım da Dünya Bankası’nın da katkılarıyla, 1954’te Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın (TSKB) kurulmasıydı. Kamu sektörünce üstlenilen altyapı ve sanayi yatırımları için proje-program kredileri, yerli-yabancı özel sermayece girişilecek sanayi yatırımları için de ağırlıkla Dünya Bankası’nın TSKB’ye aktardığı krediler, sermaye ihracının iki önemli kanalını oluşturdular. Bu alandaki bir diğer önemli kanal da 1954’te çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile Petrol Kanunu oldu. Yeni ithalat rejimiyle ithalatı kısıtlanan mallar, o zamana kadar bu malları ithal eden tüccarların Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile Türkiye’ye gelen yabancı firmalarla bütünleşerek kurdukları fabrikalarda üretilmeye başlandı. Böylece, bu dönemde ağırlıkla tüketim malları sanayisinde yoğunlaşan yatırımlarla ithal ikameci sanayileşmenin “kolay” aşaması büyük ölçüde tamamlandı. 1950 yılı sonrasında sanayi üretimi, tarımsal üretimden dahahızlı artış gösterirken, 1950’de GSYİH içinde yaklaşık yüzde 12 olan payını 1960’ta yüzde 14,3’e, 1962’de ise yüzde 15,3’e çıkardı. Bu dönemde, toplam olarak sanayinin (madencilik, imalat sanayisi, elektrik-gazsu) GSYİH içindeki payında bir artış görülse de imalat sanayisinin toplam içindeki payı değişmeyerek yüzde 81 seviyesinde kaldı. Ancak bu dönemde imalat sanayisinin yapısında üçlü bir değişim gözlendi: İmalat sanayisi içinde kamu sektörünün payının azalıp özel sektörün payının artması; imalat sanayisinde özel kesimin tüketim malları sanayisinden yatırım malları (daha doğrusu dayanıklı tüketim malları) sanayisine doğru yönelmesi ve sermayenin yoğunlaşmasında önemli yollar kat edilmesi. 1950-1963 döneminde KİT’lerin büyük iş yeri sayısı içinde payı artarken, istihdam, ücret, katma değer ve çıktı içindeki payı azaldı. Bu da imalat sanayisinin daha çok “özelleştiğinin” bir göstergesiydi. Kamunun tüketim ve yatırım malları kesimindeki payı azalırken, ara mallardaki payı ise artmaya devam etti. Bu dönemde, hızlı büyüyen iç pazarın kârlı kıldığı alanlar özel kesime bırakılırken, kamu kesimi ise giderek artan ölçüde niteliği gereği görece ileri teknoloji ve büyük ölçek gerektiren ve diğer sektörlere girdi sağlayan ara malları üretimine yoğunlaştı. İmalat sanayisinde görülen önemli bir başka özellik de özel kesimin yoğunlaşma alanının, tüketim malları sanayisinden dönem sonuna doğru dayanıklı tüketim malları sanayisine kaymasıydı. Ödemeler dengesi bunalımının artmasıyla birlikte temel politika, sınırlı döviz olanaklarını ithalatı zorunlu mallara tahsis etmek; zorunlu görülmeyen malların ithalatını ise sınırlamak veya yasaklamaktı. Böylece, bu yaklaşımla oluşturulan ithalat rejimi sektörler arasında seçici davrandı ve sonuçta ithalatı sınırlanan malların üretimine odaklanıldı. Bu eğilim, istihdam ve katma değer içinde tüketim mallarının payı azalırken ara ve yatırım mallarının payının artmasında da devam etti. Tüketim mallarının ithalat içindeki payı 1950’de yüzde 21’ken 1953’te yüzde 25’e çıksa da ithalat kısıtlamaları sonucu oluşan ithal ikameci sanayileşmenin etkisiyle bu kesimin payı 1958’de yüzde 12’ye kadar indi. Buna karşılık makine ve aksamlarının payı 1950’de yüzde 34’ken 1958’de yüzde 35’e yükseldi. Ham maddenin payı ise 1950’de yüzde 33’ken 1953’ten sonra ithal kısıtlamalarıyla birlikte kurulan sanayinin talepleriyle 1958’de yüzde 44’e çıktı. Böylece, 1950’lerden itibaren; dokuma, tütün, gıda, dericilik, seramik sanayisi gibi nispeten basit teknolojiyle çalışan sektörlerde görülen gelişmeyi, yılın ikinci yarısında; ağırlıkla özel yabancı sermayenin el attığı ilaç, kimya, tarım araçları, otomotiv, elektrikli makine, ampul, elektronik gibi dayanıklı tüketim malları izledi.Bu dönemde imalat sanayisinde görülen önemli bir diğer özellik de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması sürecinin hızlanması; yabancı firmalarla bütünleşmiş şirketlerin ekonomide hâkimiyetlerini kurmalarıydı. 1950-1963 döneminde ortalama özel “büyük” firma ölçeği yüzde 63’lük bir artışla 40 kişiden 65 kişiye çıktı, bir başka anlatımla sermayenin yoğunlaşması oldukça hızlı bir seyir izledi. Türkiye’ye sermaye ihracı, ağırlıkla imalat sanayisinde ve bu sanayinin gelişim koşullarını hazırlayan enerji, ulaşım ve haberleşme gibi alanlarda yoğunlaştı. 

KALKINMA PLANLARI SANAYİLEŞMEYİ GÜÇLENDİRDİ

1960’lar sonrasında hazırlanan ilk kalkınma planı olan Birinci Beş Yıllık Plan’ın “15 Yıllık Hedefler” bölümünde, ithal ikameci stratejinin gerekliliği savunulur. Bu tercih ile yurt içi yatırımların artırılması ve sanayi sektörünün büyümesini sağlayarak dışa bağımlılığın azaltılması bekleniyordu. Birinci Beş Yıllık Plan’ın öngördüğü ithalat kısıtlamaları yeni alanlarda, genellikle imalat sanayisinde yatırım olanaklarının doğmasına yol açacak, kaynakların yeni sanayilere kaymasıyla da sanayi sektörü büyüyüp genişleyecekti. Öte yandan, ithal malların yurt içinde üretilmesiyle ithalat azalacak, dolayısıyla dışa bağımlılık düşecekti. Planlı dönemde her plan yılı, oldukça iddialı büyüme hızı hedefleriyle başladı. 1977 yılına kadar da yüksek büyüme hızlarına ulaşıldı. 1962-1977 döneminde GSYİH yüzde 6,7 büyürken; tarım, sanayi ve hizmetler sektörleri sırasıyla yüzde 3,3, yüzde 10 ve yüzde 7,8 büyüme hızı yakaladı. 1977’ye kadar özellikle sanayi kesiminde yüksek büyüme oranları gerçekleşti. 1977’den sonra ise hızlı bir düşüşle sektördeki büyüme 1979’da yüzde -3’e geriledi.Sanayinin büyüme hızıyla ithalat arasında yakın bir ilgi vardır. 1970’e doğru, döviz darboğazı nedeniyle, gereksindiği ithal girdileri sağlamayan sanayinin büyüme hızı düşmüş, 1970’ten sonra döviz rezervlerinin iyileşmesiyle büyüme hızlanmıştı. 1977’de, tekrar daralan döviz nedeniyle büyüme hızı keskin bir düşüş yaşadı. Bu hızlanma ve düşme, sanayi üretiminin girdi yönünden; sanayi yatırımlarının da sermaye malları yönünden dışa bağlı oluşundan kaynaklanıyordu. Bu dönemde sanayi, döviz buldukça büyüyebiliyor; döviz daraldıkça büyümesi duruyor, hatta geriliyordu. Bu çerçevede, önüne koyduğu iddialı büyüme hızlarını gerçekleştirmek için gerekli kaynak birikimine ulaşamayan Türkiye sanayisi, 1970’lerin ikinci yarısında yoğun bir bunalım içine girdi. Yatırımlar tasarruflardan daha hızlı arttı ve sonuçta kaynak açığı doğdu. Yüksek büyüme hızı hedefleri doğrultusunda yatırımların GSYİH içindeki payı 1962’de yüzde 14,5 iken 1977’de yüzde 25,4’e çıktı. Toplam yatırımlar içinde tarımın payı azalırken sanayinin payı yükseldi. Sanayi içinde de imalat sanayisi yatırımları ağırlıktaydı. İmalat sanayisi yatırımlarının 1963-1967 dönemi toplam yatırımları içindeki payı yüzde 20,4’ken, 1973-1977 döneminde yüzde 28,2’ye çıktı. Diğer yandan, imalat sanayisi yatırımlarında ağırlık 1978’e kadar özel kesimdeyken, 1979’da kamu yatırımları öne geçti. Düşüş, özellikle özel kesim yatırımlarında önemli boyutlara ulaştı. İthal ikameci sanayileşme ağırlıkla dayanıklı-dayanıksız tüketim mallarında geliştirildiği, yatırım ve ara mallarında önemli sayılabilecek bir üretim kapasitesi kurulamadığı için sanayi üretimine tüketim mallan sektörü egemen olmuş; kurulu kapasitenin yaşayabilmesi için iç talep çeşitli yollarla sürekli olarak körüklenmişti. Benzer şekilde, üretilen tüketim malları ihraç edilemediğinden bu mallara yurt dışından talep sağlanamamış ve tüketim malları sanayisini yaşatmak için zorunlu olan tüketim malı talebi tümüyle yurt içinden sağlanmıştı. 1973’ten sonra Merkez Bankası’nın başta KİT’ler olmak üzere kamu kesimine açtığı krediler hızla arttı. Dolayısıyla para arzı yükseldi ve üretim artışının çok üstünde seyrederek enflasyon artışına neden oldu. 1962’de 241 milyon dolar olan dış ticaret açığı 1963’te 320 milyon dolara çıkınca bu açık 14 gelişmiş ülke hükümetinin oluşturduğu konsorsiyumun verdiği borçlarla kapatılmaya çalışıldı. Konsorsiyum, 1970’lere kadar borçlanılan temel kaynaklardan biri olurken, dış kaynak sorunu yeni borçlanmalarla aşılmak istendi. Dolayısıyla, finansal sistem giderek daha fazla tökezlemeye başlarken, ithal ikameci model çerçevesinde sürdürülen sanayi birikimi de tıkanmaya; peşinden de “ihracata dönük sanayileşme” stratejisi öne çıkmaya başladı. Bu kapsamda Türkiye’ye, uluslararası arenada avantajlı olabileceği sektörlerde; özellikle de tekstil, gıda, cam sanayileri ile demir-çelik ve otomotiv sektörlerinin emek-yoğun aşamalarında uzmanlaşma yolu göründü. 

1980 SONRASINDA SANAYİLEŞME VE ÖZELLEŞTİRMELER

 Sanayileşme politikası açısından 1980 yılı bir dönüm noktasıdır. Türkiye’nin 1980’den bu yana uyguladığı sanayileşme politikası, bu tarihe kadar uygulanmış tüm politikalara tümüyle zıt ve tepkisel özellikler taşır. 1981 yılında kotaların kaldırılmasıyla ilk önemli somut adım atıldıktan sonra, dış ticaret serbestliği ithalat yasaklarının çok büyük ölçüde kaldırıldığı 1983 sonlarından itibaren hız kazanır. Gümrük vergi oranlarının aşamalı olarak indirilmesinin de katkısıyla, ortalama koruma oranları önemli ölçüde düşer ve çeşitli ekonomik faaliyetler arasındaki koruma oranı azalır. 1980’li yıllarda gerçekleştirilen dış ticaret liberasyonu Türkiye’nin AB ile ilişkilerinden büyük ölçüde bağımsız bir gelişme gösterir. AB ile ilişkiler, Türkiye’nin Nisan 1987’deki tam üyelik başvurusu ve bunu izleyen Gümrük Birliği görüşmeleri çerçevesinde yeni bir ivme kazanır. Türkiye, 1995 itibarıyla 12 Yıllık Liste’de yüzde 95; 22 Yıllık Liste’de yüzde 90 oranında gümrük indirimi gerçekleştirir.Türkiye’nin 1996’da AB ile Gümrük Birliği’ne girmiş olması da uluslararası piyasalarla bütünleşme amacının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 1989’dan sonra hız kazanarak 1990 yılına kadar ancak 181,6 milyon dolar düzeyine çıkan özelleştirme gelirleri, 1990-1994 döneminde hızla artarak 1,9 milyar dolara, 1998 sonunda da 4,6 milyar dolara ulaşır. İhracat 1980’deki 2,9 milyar dolar seviyesinden 1987’de 10,2 milyar dolar ve 1998’de 26 milyar dolara yükselirken, sanayi mallarının toplam ihracat içindeki payı da 1980’deki yüzde 36’dan 1998’de yüzde 85’e yükselir. Sanayi ürün ihracatındaki bu büyük artışla, ihracatın yapısında gerekli çeşitlilik sağlanır. Ancak sanayi ürün ihracatı, dokuma, giyim ve demir-çelik gibi TÜRK’ÜN ELİNE MAKİNE YAKIŞIR emek ve doğal kaynak yoğun mallar üzerinde yoğunlaşmaya devam eder. Bu dönemde Türkiye, dünya toplam ihracatı içinde dokuma ve giyim sektörü payının en yüksek olduğu birkaç ülke arasında yer alır. 

KÜRESEL KRİZLERVE TÜRK SANAYİSİ

1994 yılına kadar olan dönemde, zor şartlara rağmen faaliyetini sürdüren kuruluşlar rekabet edebilmek için kaliteye, verimliliğe daha fazla önem veren çalışmalar yapmışlardır. Bu dönemde, ülkemizdeki sanayicilere kullanılmış makina satan birkaç kuruluş, üçüncü ülkelere göndermek veya ülkelerindeki küçük imalatçılara satmak için bazı makinaları almışlarsa da bu ihracat önemli rakamlara ulaşamamıştır. Sanayiciler, ülkemizde imal edilen makinaların Avrupa’da satılmasının zor olacağını düşünerek yakın ülkelere ve Orta Doğu pazarlarına daha fazla önem vermişlerdir. Ancak, bu pazarlarda talebin sınırlı olması, ihracatın önemli bir boyuta ulaşmasını engellemiştir. 1993 yılında başlayan ve 1994 yılında doruk noktasına ulaşan ekonomik kriz iç pazarı durma noktasına getirmiştir. Makine imalatçıları kendilerini kurtarabilmek için ihracatı bir çıkış yolu olarak görmüşler, ayakta kalabilmek için gerektiğinde kârdan fedakârlık, hatta kârsız satışlarla bir atılım yapmışlardır. Bu çabalar sonucu 1994 yılında makina ihracatı yüzde 51gibi önemli bir artış göstermiş ve 548 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde ihracatta öne çıkan makine segmentleri, gıda işleme makineleri, inşaat makineleri ve bunların parçaları ile pompalardı. Takip eden yıllarda ihracat artışı devam etti ve 2000 yılında tekrar yaşanan krize rağmen ihracat 1,28 milyar dolara, 2005 yılında 4,48 milyar dolara ve 2013 yılında da 12,5 milyar dolara ulaştı.1993 yılından 1994 yılı sonuna kadar gerçekleşen kademeli olarak yapılan devalüasyon ve dolar değerinin yüzde 100’ün üzerinde artması ihracata destek sağlarken, diğer yandan da makine imalatçılarının yurt içinde rekabet gücünü artırıcı etki yapmıştır. İmalat önemli ölçüde artmış, 1994 yılında 3 milyar dolar olduğu tahmin edilen makine imalatı 2000 yılında 11,1 milyar dolar, 2005 yılında 17,7 ve 2013 yılında ise 27,9 milyar dolara ulaşmıştı. Türkiye, bu imalat değeri ile Avrupa ülkeleri arasında 6’ncı büyük makine imalatçısı konumuna gelirken, benzer bir gelişme en teknoloji yoğun imalat konularından birisi olan takım tezgâhları konusunda yaşandı: 1994yılı sonrası artan imalat ve ihracat sonucu Türkiye 2013 yılında dünyanın 13’üncü ve Avrupa’nın 7’nci büyük takım tezgâhı imalatçısı konumuna geldi.Bununla birlikte, üretim ölçeğinin küçüklüğü, sermaye stokunun eskiliği, üretimin gelişmiş bölgelerde yoğunlaşması, iş gücünün eğitim ve beceri düzeyinin ve Ar-Ge harcamalarının düşüklüğü, her zaman Türk sanayisinin temel zaafları arasında gösterilmeye devam edildi. Ne var ki Türkiye, serbest piyasa ağırlıklı model çerçevesinde dünya piyasalarıyla bütünleşmeyi amaçlayan sanayileşme politikalarından hiç vazgeçmedi. 

2000’LERDEN İTİBAREN İHRACATTA SIÇRAMA BAŞLADI

Makine İhracatçıları Birliği’nin kuruluş yılı olan 2002 yılı, Türk makinesinin küresel rekabetçiliğinin güçlenmesinde de önemli bir dönüm noktasıdır. Öyle ki, 2022 yılı rakamlarına göre, Türkiye’nin makine ihracatı 20 yılda emsali görülmemiş biçimde artarak, Türkiye’nin toplam ihracatından yüzde 11 pay alan ikinci büyük ihraç kalemi haline geldi. Türkiye’nin Makinecileri markası ile ürün ve hizmetlerini dünyanın 200 ülkesine ulaştıran makine sektörünün sistemli olarak katlanan bu başarısında, 2002 yılında faaliyetlerine başlayan ve18 bini aşkın işletmeyi tek çatı altında toplayan Makine İhracatçıları Birliği’nin, yani Türkiye’nin Makinecileri’nin çalışmalarının büyük payı bulunuyor. Sektörün kurumsallaşması noktasında önemli bir güç olan Makine İhracatçıları Birliği’nin faaliyete geçmesiyle birlikte ihracatçılarımız dış ticaretteki taleplerinin karşılanması ve sorunlarının çözümü konusunda önemli bir lobi gücüne de kavuşmuş oldu. Yüksek teknolojiye sahip bir makine sanayisi inşa etme hedefiyle yola çıkan Makine İhracatçıları Birliği, 20 yıldır yaptığı çalışmalarla hedefi doğrultusunda emin adımlarla ilerliyor. Firmalara sunduğu desteklerden sektörde yaşanan sorunların çözümlerine kadar geniş bir platformda makine ihracatçılarının yanında olan Makine İhracatçıları Birliği, bünyesinde olan Türkiye Makina Federasyonu (MAKFED), Makine Sanayii Sektör Platformu (MSSP), Ortak Satınalma Organizasyonu (OSO) ve TURQUM® Kalite Belgesi ile gücüne güç katıyor. Diğer yandan, Türkiye’nin Makinecileri markasıyla sürdürülen yurt dışı tanıtım çalışmaları, fuar katılımları ve çeşitli heyet organizasyonlarıyla sektörün bilinirliğini sürekli artarken, uluslararası platformlarda sektöre özel iş birlikleri geliştirerek üye firmalarına önemli iş bağlantıları sağlayan Makine İhracatçıları Birliği, faaliyetleriyle sektörün marka bilinirliğini de daima yukarı taşıyor. 

KAYNAKÇA:

Oya Baydar ve Mustafa Sönmez, “75 Yılın Sanayileşme Politikaları”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999.

Arslan Bekir Sanır, “Türk Makina Sanayii”, Makine İhracatçıları Birliği, 2014.

Makine Hikayeleri Kitap Serisi, Makine İhracatçıları Birliği, Şubat 2022.