Bu öykü sizi bir an için karamsar, sonra da iyimser bir hale sokabildiyse bu yazı amacına yaklaşmış demektir. Nanoteknoloji çevrelerinde en çok sorulan sorulardan biri nanoteknolojinin iyi mi, kötü mü yoksa arada bir şey mi olduğudur.

Ne olacağını kestirememek, sırt üstü uzanıp gözlerini kırpmamasının istenmesinden daha rahatsız edici geldi adama. Kafasını yatağa bağlayan sert plastik band başını oynatmasını engellediğinden, gözüne beş on santimetre kala görebildiği damlalık ve aynı serilikle gözüne damlatılan soğuk sıvı irkilmesine neden oldu. İçinden lanet okudu...

Artık gözlerini istese de kırpamıyordu. Avrupa engizisyon işkencelerindeki mahkumların durumunu bir an için bile olsa anladığını düşündü. Başındaki zonklama da artmıştı. Tekrar lanetledi herşeyi. Sonra, ateş çemberine hapsedilen bir akrebin uzun çabalamalarından sonra teslim olduğu gibi, çaresizliğin güçlü ısrarlarına dayanamayıp, bıraktı kendini. Adamın gözüne  damlatılan sıvıda geçici kas spazmı yaratan kimyasaldan başka şeyler de vardı. Diğerlerinden daha karmaşık yapılı, iri topaklar haline gelmiş, yarıorganik moleküllerdi bunlar.

Göz yuvarı üzerine yayılan sıvının sıcaklığı artarken, topaklarda bir hareketlenme belirdi. Kritik sıcaklığı geçtiklerinde, bir yönde uzayıp diğer yönde kısalarak, uzun bir sosis biçimine geliyorlardı. Sanki uyanmış, hazır olda ve yeni emri bekleyen robot askerler gibiydiler.

Bu biçimleriyle cocci sınıfı bakterileri andırıyorlardı; ama on kat daha inceydiler. Emir hassas bir manyetik alan olarak geldi.
Robotik sosislerin iki ucu arasındaki elekrik yük farkı manyetik alandan etkilenerek belli bir yöne doğru yüzmelerini sağlıyordu. Hedef gösterilmişti. Nano robotlar, yuvar üzerinden, kornea ve konjuktivayı geçerek, gözyaşı kanallarının bulunduğu bölgeye geliyorlardı. Kanalların yanından geçerek, yuvarın kalanını dolaşıp, retinanın arkasındaki optik sinirin çevresinde toplandılar. Burası, dışardan beyne ulaşılabilecek en kolay yoldu.

Robotların bir ucundaki moleküller optik sinir zarına geçici bir kanal açarak içeri girmelerini sağlayacak biçimde tasarlanmıştı.
Sinir zarının içinden geçen bir milyondan fazla sinir lifleri ile zar arasındaki yolculuklarına başladılar. Manyetik alan yön gösteriyordu. Sinirin beynin içine giren bölümünden yine zarı delerek, beyindeki nöronlar arasında bulunan hücreler arası
plazmaya katıldılar. Artık daha rahat yüzüyorlardı. Dakikalar içinde hedefe ulaşmaya başladılar.

Hedef, komşularından çok daha değisik görünen bir nöronlar kümesiydi. Manyetik alanın gösterdiği noktaya ulaşan robotlar
birer birer yavaşlayıp duruyorlardı. Tam bu anda, manyetik alan şiddeti yüz kat arttı ve on gigahertz’lik bir elektromagnetik alanbelirdi. Bu iki alan robotların bazı atomlarının dış elektronlarını spin rezonansına getirerek, uzun molekül yapılarının
açılmalarına ve sonra başka bir biçimde katlanarak, tekrar biçim değiştirmelerine neden oldu.

Bu bir bakıma bir proteinin farklı biçimlerde katlanabilme yeteneğinin aynısıydı. Bir farkla ki, normalde proteinler hücre içinde sentezlendikten sonra biçim değiştiremezler. Robotların yeni biçimi, bu değişik nöronların hücre reseptörlerine bir anahtarın kilidine uyduğu gibi uyuyordu. Hücrelerin plazmadan madde alışverişi için kullandığı kanallar açılmıştı.

Bir nano robot bir nörona karşılık gelecek biçimde, içlerindeki moleküler bombayı hücre içine salıverdiler. Adam başağrısının biraz azaldığını düşündü. Gözlerini kırpabiliyordu artık. Hemen başında beliren güzel yüzlü doktor: “Geçmiş olsun Ali bey. İşleminiz çok başarılı geçti. Tümörü yok ettik. Yanlız, biraz daha dinlenmeniz gerekiyor” dedi.

Bu öykü sizi bir an için karamsar, sonra da iyimser bir hale sokabildiyse bu yazı amacına yaklaşmış demektir. Nanoteknoloji çevrelerinde en çok sorulan sorulardan biri nanoteknolojinin iyi mi, kötü mü yoksa arada bir şey mi olduğudur. Belki de, sorudan da önemlisi soruyu kimin sorduğudur. Nanoteknolojinin nasıl tanımlanacağı konusunda bir anlaşma yoktur. Birileri maddenin bir mikrondan (milimetrenin binde biri) daha küçük boyutlarda denetimidir derken bir diğeri maddenin atom boyutlarında yönetilmesi diyebilmektedir.

İkinci tanıma göre; birincisi her zaman nanoteknoloji olmayabilir. Yine de kabul edilebilecek olan durum şudur ki, her geçen gün daha küçük boyutlarda maddeye hakim oluyoruz. Bunu yaparken de, çoğu kez kuramsal ve oldukça sınırlı deneysel bilgiye sahip olduğumuz Kuantum kuramının etkilerini başka düzeylerde görüp, öğrenmeye başlıyoruz. Buradaki anahtar sözcük “öğrenmek”tir.

Henüz öğrencisi olduğumuz bir konuda, konu üzerine olan bilgimizle elimizdeki teknolojik olanaklar arasında hiç de iç açıcı olmayan bir uçurum var. Sonuçları laboratuvarda gösterebiliyoruz; ama neden öyle olduğunu hesaplayamıyoruz bile. Bir proteinin kaç türlü katlanabileceğini bulmak için şu anda dünya ölçeğinde araştırmalar sürüyor. Hemen her ülkeden gönüllüler bilgisayarlarının atıl zamanlarını ağ üzerinden paylaşıma açarak, kendi işlerini sekteye uğratmadan, protein analizini yapan bir programın bir parçasının yerel bilgisayarda çalışmasına izin veriyorlar.

Aynı biçimde, dünya dışı zeka araştırmalarında (SETI), ve diğer birçok konuda da böylesi gönüllü ağları vardır. Bu yaklaşıma “dağıtımlı hesaplama” denirken, oluşturulan ağ aslında devasa bir paralel işlemciler ağı gibi çalışır. Normalde herhangi bir süper
bilgisayarın yıllarca çözemediği problemleri oldukça kısa sürede çözebilirler.

Burada dikkat edilmesi gereken şey moleküler boyutta böylesine güçlü bir hesaplama tekniğini kullanıyor olsak bile henüz eyleme geçirebilecek sonuçlar elde edilememiştir. Moleküler düzeyde olan olayların ne kadar çetrefilli olduğuna en güzel örneklerden biri, Alzheimer hastalığının ana nedeninin Abeta peptitinin kararlı; ama yanlış katlanması olabileceğine dair bulguların elde edilmesidir. Bu da bir dağıtımlı hesaplama ağı tarafından ulaşılan bir sonuçtur. (Folding@homeProject, Ağustos 2011) Bazılarımız ulaşılan sonucun yararına eğilirken,bazılarımız ise bu boyuttaki olguların bilgisinden ve denetiminden ne kadar
uzakta olduğumuza dikkat edecektir. Bir çok teknolojilerde olduğu gibi bilim adamlarının çoğunun, işin bilimiyle uğraşmaktan bunun neden olacağı toplumsal sonuçları görememesi tehlikesi vardır. İskenderiyeli Heron’dan, İskoçyalı James Watt’a kadar, neredeyse 1700 yıllık süreçte çeşitli bilim adamlarının katkılarıyla geliştirilen buharlı makinelerin neden olduğu Sanayi Devrimi’ni, belki de sadece sonuncusu farketti.

Dijital devrimin ana direklerinden sayılan Alan Turing günümüzün toplumsal sonuçlarını hayal bile edemezdi. Toplumsal dinamikler bilimsel dinamiklerden çok daha baskındır. Niels Bohr’dan Einstein’e, Openheimer’a kadar, nükleer fiziğin öncüleri sonuçların bir silah olarak kullanılabileceğini ve dünya düzenini keskin bir biçimde değiştirebileceğini görememişlerdir.

Bunlardan bazıları Manhattan projesine (atom bombası ekibi) katkıda bulunup, sonuçların barışçıl amaçlarla kullanılmasını isteyecek kadar saftılar. Nükleer fiziğin hem kötü (nükleer silah, radyasyon sızıntısı), hem de iyi (manyetik rezonans ile görüntüleme, enerji üretimi) sonuçları olduğunu gördüğümüz gibi nanoteknolojinin de benzer sonuçlara yol açabileceğini görmek gerekir.

Doğa bilimlerinde olduğu kadar, toplumsal bilimlerde de saflar bulunmaktadır. Küreselleşme diye pazarlanan olguyu sanki yeni başlamış gibi gösteren bazı toplumbilimciler, İpek Yolu’nun ne olduğunu unutmuş görünüyorlar. İnsan varolduğundan beri süregiden küreselleşmede değişmeyen tema, en azından şimdilik, ulusların veya basitçe insan topluluklarının var olma, daha iyi var olma rekabetidir. Bu anlamda Türkiye dünyaya ve ilerlemeye bakış açısını tekrar gözden geçirmelidir.

Nanoteknolojiye iyi diyenler doğallıkla, onu ilk üretip kullanan ve satanlar olacaktır. Bu yetkinliğe kimin sahip olduğunu söylemeye gerek yoktur. Bu yüzden, kötümserler dünyadaki zaten kötü olan gelir dağılımının daha da kötü olacağını kestirmektedirler. Bunun sonucunun ise küresel savaşlara ve geri dönülmez sonuçlara gidebileceği olasıdır.

Nanoteknolojinin henüz emekleme aşamasında olması, ki bu büyük bir avantaj sayılmalı, Türkiye’nin bugünden alacağı kararların geleceğimizi en derin biçimde etkilemesini getiriyor. Nanoteknoloji akımının neresinde olacağız? Üreten mi, tüketen mi? Nanoteknolojilerin bir silah olarak kullanılmasını nasıl engelleriz? Nanoteknolojik silahlara karşı korunmayı nasıl gerçekleştirebiliriz?

Toplumsal tehlikeler dışında, açık bilimsel tehlikeler de vardır. Örneğin; nanomalzemeler deri ve zar bariyerlerini kolayca geçebilirler. Bu yüzden 2004’de İngiliz Kraliyet Topluluğu nanomalzemelerin tehlikeli kimyasallar olarak görülmesini önermiştir. Ne yapmalı o zaman? Verili duruma baktığımızda Türkiye’nin bir kullanıcı olacağı kaçınılmazdır. Öyleyse, ülkemiz bir üretici olmaya çabalamalıdır. Yani, nanoteknolojiye yatırım kaçınılmazdır. Onu anlayıp, yönetmeyi öğrenmemiz gerekmektedir. Ama bu, küresel olarak nanoteknolojinin etkilerinin denetlenmesi ve yararlı kullanımı anlamındaki sorumluluklarımızı azaltmamaktadır.